“Hayatın boyunca öğreneceğin en büyük şey sadece sevmek ve karşılığında sevilmektir.” diyerek başlıyor bu harika film. Filmin ana cümlelerinden birisi bu. Bize bir şeyler anlatmak istiyor “aşk” ile ilgili. Fransa’nın Bohem dönemlerinde kendine yer edinmeye çalışan ve aşık olmak için yanıp tutuşan bir yazar olan Christian ile, Fransa’nın en ünlü kabaresi olan Moulin Rouge’un gerçek bir aktris olmak isteyen en ünlü fahişesi Satine’in sonu en başından belli edilen aşk hikayesini anlatıyor film. Bohem dönemini de dört kelimeyle özetliyor: “Özgürlük, Güzellik, Gerçek ve hepsinden önemlisi Aşk”…
Christian; babasına tümüyle karşı gelerek, kimileri için ahlaksızlık başkenti kimileri için ise bulunmaz fırsatlar barındıran Montmarte’ye geliyor. Amacı aşkı yazmak fakat bir sorun var kendisi daha önce aşık olmamış! Evinin ortasına düşen biriyle başlayan bir dizi tesadüfler zinciri ile kendini Satine’in yanında bulur. Onu şarkılarıyla büyüler ve büyük aşk başlar. Filmin senaryosu o kadar klasik, o kadar alışıldık ki… Özellikle biz Türk izleyiciler için. Buna benzer o kadar çok film izlemişsinizdir ki, bu filmin ne farkı var diyebilirsiniz. Bir de sonunu daha ilk dakikasında izleyiciye sunuyor film! İşte burada harika yönetmen “Baz Luhrmann” devreye giriyor ve sizi büyülüyor. Moulin Rouge kapılarını açıyor ve görsel şölen başlıyor. Kostümler, ışıklar, şarkılar, oyunculuklar, görüntüler… Kısacası her şeyiyle ama her şeyiyle harika. Komedi yönü de ağır basıyor ve film gayet eğlenceli bir seyirlik sunuyor bize.
Film aşkı şiirsel bir güzellikte bize yansıtıyor. Aşkı tatmak isteyenler, tadanlar ve tatmakta olanlar için altın madeni değerinde… Sizi farklı boyutlara götürüyor. Bir tarafta aşık olmaya dünden razı şapşal aşık, diğer yanda aşkı çoktan unutmuş bir fahişe. Daha önce de dediğim gibi çok alışıldık ama bir açıdan farklı. Bunun en büyük sebeplerinden biri de oyuncular. Sanki oyuncuların hepsi bir gerçeği yaşıyor gibi. Ewan Mcgregor saf aşık rolünde çok büyük işler başarmış. Gözlerinin içi parlıyor resmen ve ne kadar kendini vererek oynadığını görebiliyorsunuz. Buraya kadar her şey zaten tamamken birden şarkı söylemeye başlıyor ve diliniz tutuluyor. “Bu çocuk şarkı söyleyebiliyor” diye hayretler içinde kalıyorsunuz. Sanki yılların şarkıcısı gibi! Nicole Kidman ise Satine rolüyle ilk karşımıza çıktığında sanki zaman duruyor. Onun güzelliği, çekiciliği ve zarafetiyle büyüleniyorsunuz. Bunlar da yetmez gibi oyunculuğuyla kalbimizi tamamen çalıyor. Ayrıca kötü adamımız Dük’ü oynayan Richard Roxburgh ve Harold Zidler’i canlandıran Jim Broadbent kendi rollerinde devleşiyor. Tom Waits ise El Tango de Roxanne’deki şarkı performansıyla apayrı bir boyuta geçiyor. (Ufak bir not olarak filmin başındaki periyi Kylie Minogue canlandırıyor.)
Filmin hayranlığımızı kazanan bir diğer özelliği ise şarkıları. Başlarda çalan “Lady Marmalade, The Can-Can ve Smells Like Teen Spirit” karışımı şarkı damarlarımıza enerjiyi depoluyor ve filme büyük bir heyecanla başlamamızı sağlıyor. “Your Song, Come What May, All You Need is Love” gibi şarkılarla yüreğimizi ısıtıyor. Jim Broadbent “Like a Virgin” ile güldürüyor ve “Show Must Go On” ile yüzümüze bir tokat atıyor ama benim asıl bayıldığım şarkı “El Tango de Roxanne”. Bize filmin ve aşkın bir özetini veriyor. Şarkıyla beraber, tango sahnesi mükemmel bir uyumla bizi bağlıyor. Keman sesleri kalbimizi parçalıyor. Bir de girişinde bir kaç söz var ki, mükemmel:
“- Bir hikaye vardır. Bir fahişe ve ona aşık olan bir adamın hikayesi.
Önce arzu vardır,
sonra tutku,
sonra şüphe,
kıskançlık,
öfke,
aldatma…
Aşk en yüksek fiyatı veren için olduğunda, artık güven yoktur.
Güven olmadan aşk da olmaz…
Kıskançlık… Evet kıskançlık seni çılgına çevirir. (Kadın adamın ellerinde artık sadece acı çekmeye başlar…)”
İşte böyle eşsiz bir şarkı ve sahnedir bu. Sonuç olarak film aşkın ne kadar zor olduğunu anlatır bize ve Ewan Mcgregor tekrar tekrar bize aynı soruyu sorar “Neden kalbim ağlıyor?”…