2013 listelerimiz paylaşıp umursanmamaya devam ediyoruz, ilk listemiz vizyonla alakalıydı. Şimdi zamanı yenebildiğimiz yeni listemizle karşınızdayız.
10_ The Abonimable Dr. Phibes
“Doktorlar tuhaf bir tarzda öldürülmektedir: yarasalar, arılar, katil kurbağa maskeleri, vb. hepsi de İncil’de yer alan dokuz vebayı temsil eden figürler. Suçlar -dilsiz asistanının da yardımıyla- delirmiş bir orgcu tarafından işlenmektedir. Olayla ilgilenen dedektif bütün doktorların Dr.Phibes’in eşinin başarısız geçen ameliyatında Dr.Vesalius’a asistanlık yapmış olduğunu bulana dek katilin izinde kör topal ilerler. Dr. Phibes aradığı suçlu olamaz, yoksa olabilir mi? Oysa Dr.Phibes karısının ameliyatta öldüğünü öğrendikten hemen sonra bir araba kazasında ölmüştür…”
Kara bir intikam öyküsü. Vincent Price’ı izlemenin keyfi. Dozajı iyi ayarlanmış, yoğun org sesleri eşliğinde bir korku komedi. Dr. Phibes listenin olmazsa olmazı.
9_ Ensayo de Un Crimen (Archibaldo De La Cruz’un Suçlu Yaşamı)
“Archibaldo , zengin bir ailenin tek çocuğudur. Meksika devrimi sırasında henüz küçük bir çocuk olan Archibaldo, bir gün annesinden hediye olarak bir müzik kutusu alır. Güzel dadısı ona bu kutunun eskiden bir krala ait olduğunu ve kralın bu kutu ile düşmanlarını öldürebildiğini anlatan bir hikâye uydurur. O sırada gücünü sınamak isteyen Archibaldo, kutuyu açıp dadısının ölmesini ister.”
Luis Bunuel Freudyen bakış açısını alaşağı ettihi, mizahi yönü ağır basan film. Düşsel sekanslar. Bilinçaltının su yüzüne çıkması. Şiddet, cinsellik ne ararsan var.
8_ Mystery Train (Gizem Treni)
“Bağımsız filmleri bağımlılık yaratan yönetmen Jim Jarmusch, Mystery Train ile, yolları bir otelde kesişen insanların yer yer komik hikayelerini anlatıyor. Memphis’te geçen 3 ayrı hikayeden oluşan film, aynı oteli uğrak yeri yapan ama hiç karşılaşmayan insanları, bir trenin çektiği üç ayrı vagon misali anlatıyor.”
Jarmusch’un olmadığı bir yıl geçirmedim.
Jarmusch: Yol ve Kültürel Kodlar
Hemen her fırsatta söylerim bazı yönetmenlerin filmlerine nesnel bakamıyorum. Onları fazlaca sevip benimsediğimden ve genellikle sevdiğim temaları içeren filmler çekmelerinden dolayı. Jarmusch da onlardan birisi.
Ne vakit bir Jarmusch filmi izlesem durağan anların posasını çıkaran filmler buluyorum karşımda. Üstelik yönetmenin müziğe düşkünlüğü, müziğe saygısı da çektiği müzik belgesellerinden, filmlerinde kullandığı şahane parçalardan belli. Bir de sol yanımda arma misali taşıdığım “yol”, “yolculuk” hadiseleri mevcut.
Jarmusch bir muzipliği ise, farklı kültürlere ait kodları içiçe geçirebilmesi, aynı metinde eritebilmesi. Dead Man’a bakıyorum; westernin şiir ile buluşması, Ölü Köpek: Samurayın Yolu (umarım ismi doğrudur) gözümün önüne geliyor, rap ile mafya, buraya dönüyorum; Japonya, Elvis, alt kültürler, Amerika…
Birbirine değen fakat dokunmayan öyküleriyle, güzel bir Jarmusch filmiydi. Özellikle Japon çift ile Sally Hawkins, Steve Buscemi iyiydi. Elvis mitine yaklaşımı ise harika. Hakikaten büyük keyif aldım izlerken, tavsiyedir…
7_ Adams æbler (Adem’in Elmaları)
“Hapisten yeni çıkan neo-nazi Adam, topluma hizmet etmek üzere papaz Ivan’ın yanına gönderilir. Ivan ona kilisenin önündeki elma ağacının meyveleriyle bir elmalı kek pişirme görevi verir. Bu arada elmalar kuşların, solucanların ve şimşeklerin saldırısına uğrar. Ivan, Şeytan tarafından sınandıklarına inanır. Adam ise Tanrı tarafından sınandıklarını düşünmektedir, çünkü belki de kötülük diye bir şey yoktur.”
Mads Mikkelsen ile Anders Thomas Jensen’i keşfettiğim harika kara komedi. Oyunculuk performanslarının asla sırıtmadığı, enteresan karekterleriyle seyri rahat bir doksan dakika. Hristiyanlık göndermeleri, hınzır diyalogları da epey keyifli.
6_ Ascenseur pour l’echafaud (Darağacı Asansörü)
“Evli bir kadınla sevgilisi mükemmel bir cinayet tasarlıyorlar: kadının kocasını öldürecekler. Adam görünmeden bürosuna tırmanıp bir intihar süsü vererek kocayı öldürüyor. Ama sonra tırmandığı ipi binanın dışında sallanır bıraktığını farkedip geri dönüyor. Arabasını da kilitlemeden bırakıyor ama cinayet kanıtını ortadan kaldırdıktan sonra asansörde sıkışıp kalıyor.”
Senaryosuyla, müzikleriyle, yönetimiyle harika bir polisiye gerilim. Louis Malle’yi geç keşfettiğim için ne denli hayıflansam az. Olay örgüsünün dinamo taşları misali kurulduğu filmi gerçekten iyi kotarmış. Miles Davis’in harika müziklerine, Jeanne Moreau’nun güzelliği de eklenince, hangi unsuru ele alınırsa alınsın estetik bir film ortaya çıkmış. Estetik peki sıkıcı mı? Asla…
5_ Noviembre (Kasım)
“Tiyatro ve sanatın, değişimi hızlandırıcı gücü, Achero Mañas ın hafif, idealist, hayat ve umut dolu bu filmine ilham sağlıyor… Yakın gelecekte, bir grup aktör, insanların birbirleri için karşılıksız hiçbir şey yapmadıkları, aşırı bireyci doksanların son dönemini hatırlar. Oyunculuk okulunda hayal kırıklığına uğrayan ve hocasının basmakalıp deslerinden bıkıp sokaklara yönelen Alfredo Baeza nın öyküsü anlatılmaya başlanır.”
Sanata, topluma kayıtsız kalamamak…
Bir filmi sevmekle bir filmi beğenmek arasında ayrım olduğunu düşünürüm hep. Beğendiğiniz bir filmi aman aman sevmeyebilirsiniz. Demek ki, hızla akan sıralı görüntülerde kendinize dair, etrafınızdakilere dair, kısaca size dair bir ipucu yakalayamamışsınızdır. Ya da sevdiğiniz bir film, sinemanın nesnel ölçütleriyle iyi bir yapım olmayabilir. Beğenmemiş dahi olabilirsiniz lakin bir replik, bir renk, bir karakter içinize işler. Tamam dersiniz. Bana ait olanı buldum. Sanırım Noviembre uzun zaman sonra hem çokça beğendiğim hem de çokça sevdiğim bir sinema deneyimi bıraktı bende.
Tartışmaya açtığı, ücretsiz sanat, özgür sanat, insanlarla doğrudan buluşan sanat tartışmaları hem bireye, hem de topluma yönelik kapılar araladı. Çoğumuzun düşünce – eylem sınırlarında birbirimizden ayrıldığı nokta cesarettir. Belki biz de bazen sanatın değiştirici gücü hakkında kafa yoruyor, bir yerden başlamak gerektiğini düşünüyoruzdur. Alfredo gibiler ise düşünmekten fazlasını armağan ediyor dünyaya.
Hakikaten, kapital düzenin de gerekliliği olarak sermayenin kuşattığı bir sanat çağında yaşıyoruz. Müzik festivallerine, tiyatro festivallerine, sinema festivallerine bir bakın. Festivallere sponsor olan firmaları düşünün. Netice ortada. “Ne olacak, sonuçta iyi bir şey yapıyorlar.” fikrindekiler vardır. Bilmediğimiz, o sanatın ne denli özgür olduğu. O özgürlüğü kimlerin kısıtladığı. Parayı veren düdüğü çalar mantığının etkililiği.
“Kasım” ın bu denli iyi olmasının nedenlerini salt sanat tartışmalarına indirgemek haksızlık olun. Çok karakterli yapısı, bu karakterlerin birbirleri arasında da yaşanan dramatik çatışmalar, filmin sokağın şiirini yansıtması. Evet, en önemli unsurlarından birisi sokağın şiirine ait olması. Alfredo’nun mücadelesindeki inancı… Rengarenk bir dram örneği sunması… ve tabii müzikleri… “Kasım”‘ın sevdiğimiz aylar arasına girmesi için yetiyor da artıyor.
İspanyol Sineması bana göre insanı en iyi tahlil eden sinemalardan. Onu zaaflarıyla, mutluluklarıyla, suçlarıyla kısaca o olmasını sağlayan her edimiyle, niteliğiyle odağa yerleştirmeye bayılıyor. Bunu da başarıyla yapıyor.
Kesinlikle izlenmeli…
4_ La double vie de Véronique (Veronique’nin İkili Yaşamı)
“Veronika Polonya’da yaşamaktadır, Veronique ise Paris’de. Birbirinden haberleri bile olmayan bu iki insan, bir şekilde birbirlerinin hayatlarını etkileyeceklerdir.
Veronika bir müzik okuluna girer ve çok çalışır. Ancak ilk performansını verirken ölür. Veronique’nın hayatı da bu noktadan sonra değişmeye başlar ve aniden şarkıcı olmamaya karar verir. “
Temas etmek…
Görüntü yönetimi bir harika. Işık kullanımı, renkler izlediğim en iyi çalışmalardan birisiydi. Irene Jacob acaba bu kadar güzel fotoğraflara bir daha sahip olabilmiş midir merak ediyorum. Müzikler de belirtildiği üzere güzel. Usta işi senaryo, üç renk serisiyle tanınan Kieslowski’nin nitelikli yönetimiyle birleşiyor.
3_ Sevmek Zamanı
“Adada boyacı olarak çalışan Halil, boya yapmak için girdiği evde gördüğü bir kadın resmine aşık olur. Odanın duvarını süsleyen büyük resim zaman içinde Halil için bir tutku halini alır.”
Tam bir klasik. Yeni başucu filmimi bulmanın verdiği mutlulukla bu yazıyı yazıyorum. Evet film için yazılan bir yazı fakat filme az buçuk değineceğim. “Büyüsü” bozulmasın diye. Ne Metin Erksan’ın genellikle sınıf farkları çatısındaki usta yönetiminden, ne de oyunculukların; özellikle Müşfik Kenter’in çekingen ancak güçlü karakterindeki performansından, ne de görsel anlamdaki filmin doyuruculuğundan ilk paragrafımdaki bu değinme haricinde bahsetmeyeceğim. Genellikle tema üzerinden gideceğim…
2_ Moonrise Kingdom (Yükselen Ay Krallığı)
“1965 yılında küçük bir kasabada geçen hikaye, ilk aşk ve büyülü bir yazı anlatıyor. 12 yaşındaki iki çocuğun birbirlerine aşık olup, gizlice anlaşarak vahşi doğaya kaçmasının ardından, yetkililer onları yakalamaya çalışırken, kuvvetli bir fırtına da kıyıda patlamak üzeredir. İki çocuğun yaşadığı bu masum ilk aşk, barış dolu ada yetişkinlerini alt üst eder.”
Wes Anderson’u keşfedebilmem bu yıl adına en önemli sinema olayımdı. Moonrise Kingdom tüm Wes Anderson unsurlarını barındıran, kadrosuyla hayli cilalı, su gibi akan bir filmdi. Film müziklerini döndür döndür dinle.
1_ Der Himmel Über Berlin (Arzunun Kanatları)
“İnsan olabilmek için dünyevi bir aşk arayışı içerisine giren bir meleği konu alan film bölünmüş Berlin’de geçer. Melek Damiel ve melek Cassiel’in gözünden şehirdeki farklı yaşamları izler, farklı dramlara tanık oluruz. Konumları gereği onlar da sadece pasif bir izleyici olmak zorundadırlar. Damiel bunu değiştirmeye karar verir… Bir sirkte çalışan akrobat olarak çalışan genç bir kadına aşık olan Damiel, meleklikten vazgeçerek insan olmaya karar verir.”
Bir film hem alabildiğine felsefik hem de romantizmi sömürmeden epey duygusal olabilir mi? Wim Wenders’ı Sırlar Oteli ile sevmiştim fakat Arzunun Kanatları Wenders hayranlığımı katladı. Bruno Ganz’ın harika performansı, eşsiz siyah beyaz görüntüler, Peter Falk’u (Komiser Kolombo) tekrar izlemek ve Nick Cave… Defalarca izlenebilir. Kötü Amerikan versiyonu Melekler Şehri’ni bu filmden sonra hafızanızdan silebilirsiniz.
1_ Masumiyet
elbet bir umursayan vardır 🙂
LikeLike
🙂 böylece bize de o bir kişiye sevinmek kalır 🙂
LikeLike