“Şimdi gözlerinizdeki bağı çıkarabilirsiniz Mert Bey.” Dediğinde karanlığa iyice alışmış olduğumu fark etmiştim. Hikâyelerimde gözleri bağlanan insanları anlamak için sık sık gözlerimi bağlardım. Dünya ile olan görsel bağlantınızın kesilmesi size inanılmaz bir deneyim yaşatıyor. İlk başta ne kadar çaresizseniz, alıştığınızda da bir o kadar güçlüsünüz demekti. Gözlerimdeki bağı yavaşça çözdüm ve gözlerimi kırpıştırarak aydınlığa alışmaya çalıştım. Araba ile yapılan uzun bir yolculuktan sonra, yeraltına doğru giden bir asansöre bindirilmiştim. Bu işe nasıl bulaştığımı bilmiyordum ama niye bulaştığımı çok iyi biliyordum: Ün ve para.
Bir yazarlar kulübü gibi başlamıştı aslında Mahzen Yayınevi. Daha sonra ise inanılmaz başarılara imza atmışlar, uzun aralıklarla yayınladıkları kitaplarla çok satanlar listesinin müdavimi olmuşlardı. Toplamda yedi, evet sadece yedi yazarları -yedi yazar ve yedi kurucu- vardı. Hepsinin kitapları daha şimdiden polisiye, gerilim ve korku türlerinin başyapıtları arasına girmişti. Yayınevi açılalı iki yıl olmuştu ama dokuz kitapla ortalığı kasıp kavurmuşlardı. Şimdi ise beni sekizinci olarak almak istiyorlardı yanlarına. Kısa hikâyelerimi okumuşlar ve beğenmişler, bir sürü başvuru arasından beni seçmişlerdi. Beni! Kendi halinde sayısız hikâye yazmış, roman bile yazamayan başarısız beni!
“Merhaba! Hoş geldiniz Mert Bey. Ben Merve Öztürk. Yayınevinin kurucularındanım. Size tesisimizi tanıtma işini ben yapacağım.” Elini bana doğru uzattığında, gözlerimin bağının çözülmesine yeni yeni alışıyordum. Bir çocuğun heyecanıyla, karşımdaki kıza bakmaya başladım. Kısa, kahverengi saçlı, gözlüklü, tatlı bir kızdı. Hemen hemen benim yaşlarımda -yirmili yaşlarının başlarında-
olmalıydı. Bu kadar gizemin içinde sırıtıyordu tatlı varlığı. Bana yolu göstermeye başladı bir yandan konuşuyordu: “Biliyorsunuzdur belki, iki ay sonra yayın hayatımızın ikinci yılını doldurmuş olacağız. Bu ikinci yıla özel bir yazar alımı yapmak istedik. Bir sürü başvuru oldu tahmin edebileceğiniz gibi. İki senede hatırı sayılır bir başarı elde ettik ve büyük bir hayran kitlesine sahip olduk. Meşhur olmak isteyen o kadar çok amatör yazar var ki! Sizi seçene kadar bir sürü araştırma yaptığımızı söylemeliyim. Yazılarınız bizi o kadar heyecanlandırdı ki! Benim şahsi favorim Maça Ası adlı öykünüzdü. Fantastik edebiyat oldum olası sevmişimdir. Bu arada buraya gelmeden gerekli belgeleri iyice okudunuz değil mi? Bu binanın içindekiler bir sır olarak kalacak, kalmazsa tedbirler alınmış olmalı zaten. Neyse şimdilik oralara girmeyelim.” Yayınevinin ortaklarından Mehmet Bey ile yaptığımız görüşmede bir kâğıt imzalamıştım. Tüm yayın ve “kişisel(?)” haklarımın yayınevine ait olduğuna yönelik. Kimse Mahzen Yayınevi’ne katılacağımı bilmeyecekti. Mahzen’e ne zaman ineceğimi bilmeyecekti. Biraz ürkütücü bir havaları vardı ama bu kadar güçlü bir yayınevinin katı kuralları olmak zorunda. “ Bizim amacımız, sizinle kendi sırlarımızı paylaşmak ve bu sırlarla ikinci yılımıza yakışacak güzellikte, daha doğrusu, bol gerilimli bir kitap yazmanız. Bunun için size kendi kaynaklarımızı sonuna kadar sunacağız. Tesisimizde üç seviye bulunmaktadır. Binadan çıkmak ve yazar olabilmek için tüm seviyeleri geçmek zorundasınız. Sizi biraz zorlayacağımızı şimdiden belirteyim. Evet, birinci seviyeye geldik. Önden buyurun. Unutmayın yayınevinin dışına bilgi çıkarmak kesinlikle yasaktır.” Bir metal kapının önünde duruyorduk. İçeri girebilmemiz için bir şifre girdi ve metal kapı yavaşça yanlara doğru kaymaya başladı. İçeri girdim.
Bir elektronik kütüphane gibi düzenlenmiş bir odaydı burası. Epey büyük bir odaydı. Odanın en ucundaki dev ekranlar dikkatimi çekmişti hemen. Üç tane. Odanın sağ duvarı ise tamamen kitaplıklarla doluydu. Sol tarafında ise üç tane bilgisayar bulunuyordu. Soran gözlerle Merve Hanım’a baktım. “Burası bizim arşivimiz. Çekinmeyin odayı dolaşabilirsiniz. Sorularınıza cevap bulabilirsiniz sanırım.” Odanın içine doğru ilerledim. Bir kitap aşığı olarak öncelikle kitaplıklara yöneldim. Kitap isimlerini okumaya başladım. İlk üç kitaplıkta bugüne kadar yazılmış en bilinen polisiye, gerilim ve korku kitapları vardı. Agatha Christie, Edgar Allen Poe, Stephen King, H.P. Lovecraft, Clive Barker, Jean-Christophe Grangé, Tess Gerritsen ve ilk bakışta gözüme çarpmayan onlarca isim… Binden fazla kitap var gibiydi. Heyecanlanmıştım, bu kadar çok başyapıtı bir arada görünce. Burası eşsiz bir bölümdü. Kitaplara dokunmayarak duvar boyunca ilerlemeye devam ettim. Kitaplığın diğer kısmında referans kitaplar vardı. Anatomi atlasları, patoloji ve fizyoloji kitapları, bomba yapımı, zehirlerle ilgili kitaplar, dünden bugüne işkence tarihi, seri katillerle ilgili biyografiler, anayasa kitapları, polislikle ilgili bir iki kitapta gözüme çarpmıştı. Burası bir roman yazmak için bir cennetti. Tüm bilgiler elinin altındaydı, iştah kabartıcı aperatiflerdi hepsi benim için. Bir sonraki adımımda televizyonlara gitmektense, bilgisayarlara yöneldim. En yakın olanı seçtim kendime ve başına oturdum. Bilgisayar açıktı. Masaüstündeki klasörlerin adlarını okumaya başladım. Çeşitli resim ve video klasörleriydi bunlar. Adlarını okudukça yüz ifadem değişmeye başladı. Buradakilerin hepsi vahşet görüntüleriydi. Savaş, işkence, patlama, tecavüz görüntüleri ve daha korkutucu başlıklardan oluşuyordu. Bir klasörde gazete kupürlerinin resimleri vardı. Cinayet ve intihar haberleriyle doluydu. Arkamdan bir öksürük
sesi gelince uzun süredir nefesimi tuttuğumu fark edip, tekrar nefes almaya başladım. Merve’ye bakmaya çekiniyordum. Yargılayıcı bir tutum sergilemem gerekirken, içimdeki vahşet arzusunun bir kısmını görmesinden çekiniyordum. Beni hiç etkilememiş gibi masadan kalkıp televizyonlara yöneldim. Burada da videoların DVD halinde olanları, filmler, belgeseller vardı. DVD’lerin üstünde elimi hızlıca gezdirdim ve kapıya yöneldim. Merve Hanım beni bekliyordu. Suratı ifadesizdi. “Seviye iki ile devam edelim isterseniz.”
Bu kadar çok kaynağı bir arada bulmak iyice beni heyecanlandırmıştı. Keşke küçük not defterimi yanımda getirseydim, kafamda binlerce öykü fikri dolanabilirdi burada geçirdiğim birkaç saat sonrası. Evde malzeme bulmak amaçlı bende çok araştırırdım bu tarz şeyleri ama hepsini bir arada görmek muazzamdı. “İlginizi çekeceğini biliyordum. Sizi seçmemizin nedenlerinden biri şiddet ile olan bağınızdı. Özgeçmişinizi iyi araştırdık Mert Bey, sizi iyi tanıyoruz. Araştırmalar şiddete uğrayan insanların %47’sinin şiddete yöneldiğini gösteriyor. Sizin başınıza gelenler ve siciliniz, bu istatistiğe katkı sağlıyor.” Acımasızca gelen cümleler beni geçmişe götürmeye yetti. Sırtımdaki kırbaç izleri kaşınmaya başlamıştı. Düşüncelerim bölündü. “Seviye ikiye geldik.” Seviye ikinin bulunduğu yer, uzun bir koridor şeklindeydi. Görebildiğim kadarıyla koridorun solunda üç tane camekân vardı. Camekânların karşı tarafındaki duvara dayalı birer sandalye ve masa vardı. Merve ile yürümeye başladık. İlk camda duracağımızı sandım ama ilerlemeye devam ettik ve üçüncü camın önünde durduk. Camlar karanlıktı hiçbir şey gözükmüyordu. “Gelişiniz için ufak bir gösteri hazırladık. İsterseniz kulaklıkları takabilirsiniz.” Merakla Merve’ye bakıyordum ama hiçbir şey anlatmıyordu suratı bana. Eliyle işaret ettiği, camın altında asılı duran kulaklıkları aldım. Merve o sırada camın yanındaki kontrol panelinden bir tuşa bastı. Camekânın karanlığı gitti ve bir odayı izlemeye başladık. Merve kulaklıkları takmamıştı. Odayı değil de beni izliyordu. Sıradan, beyaz duvarlı, kare bir odaydı burası. Karşı da bir kapı vardı, onun dışında hiçbir şey yoktu. O sırada odanın bize yakın sağ köşesinde duran bir kadına gözüm takıldı. Yere oturmuş, bacaklarını kendine doğru çekmiş ve hareket etmeden duruyordu. Yüzünü göremiyordum, sırtı bana dönüktü. Karşı taraftaki kapı açıldı ve içeri siyahlar giymiş birisi girdi. Suratında bir kar maskesi vardı. Kapı açıldığında kız kıpırdandı ve sanki duvarın içine girebilecekmiş gibi geriye gitmeye çalıştı. Odaya giren adamın elinde bir tabure vardı. Tabureyi odanın merkezine yerleştirdi ve tam o sırada taburenin olduğu yerin üstünde bir kapak açıldı ve içeriye bir ip sarkıtıldı. Bu idamlarda kullanılan iplerdendi. Neler olduğunu anlamaya çalışarak, önümde sergilenen gösteriyi pür dikkat izliyordum. Siyahlar içindeki adam kızın bulunduğu köşeye ilerlemeye başladı ve kızı yakaladı. Kızın çığlıkları kulaklıktan gelmeye başladı. Debeleniyordu ama adam onu sımsıkı kavramıştı. Olayların gidişatını anlamaya başladıkça kalbim hızla çarpmaya başlıyordu. “Hayır! Hayır! Ne istiyorsun benden?” gibi cümleler sarf ediyordu ama adamın umurunda olmadı. Kızın boynuna, sarkıtılan ipi geçirdi. Kızın yerden yükselen ayakları, tabureyi arayıp buldu. Kız yalvarmaya devam ediyordu ama cellâdı işine devam ediyordu. Kızı idama hazır hale getirdikten sonra, geri çekilip kıza baktı daha sonra bir tekme ile kızın, üzerinde durduğu tabureyi odanın bir ucuna gönderdi. Kızın boğulma seslerini duydukça içimdeki korku büyüyordu. Kulağımdaki kulaklıkların etkisi ile bağırarak: “Bu… Bu gerçek mi?” dedim. Merve bir şey demedi. Sesler azalmaya başlayınca, gözlerimi tekrar odaya çevirdim. Kızın çırpınışları yavaşlamıştı ve sesi iyice güçsüzleşiyordu. Daha önce boğulan birini görmemiştim. Bütün bunlar numaraydı tabi ama bu kadar yakınında olması ve hazırlıksız yakalanmak insanı dehşete düşürüyordu. Kız kıpırdamaz olduğunda, cellât kızı aşağı indirdi ve kucaklayarak odadan dışarı çıkardı.
“Gösteriyi beğendiniz mi? Burada olabildiğince ilginç fikirleri deniyoruz ve yazarlarımız masada oturup, gözlemlerini yazıyorlar. Devam edelim daha iki odamız var.” Kulaklığı yerine asıp devam ettim, yandaki odaya. Burada da aynı ritüel uygulandı. Kulaklığı tak, tuşa basılsın, oda görünmeye başlasın. Bu odada öbürünün birebir aynısıydı. Odanın ortasında beyazlar içinde bir adam bağdaş kurmuş, gayet sakin bir şekilde oturuyordu. Neler olacağını anlamak için adamı dikkatle incelerken, adamın bağdaş kurmak zorunda olduğunu gördüm. Ayakları ve elleri adamın sırtına doğru uzanan tellerle bağlıydı ve bu yüzden kıpırdayamıyordu. O sırada içeriye yine kar maskeli bir adam girdi. Aynı kişi miydi yoksa bambaşka biri miydi fark edilmiyordu. Elinde bir yakıt bidonu vardı. İçeri giren adamı gördüğünde ağzını hiç açmadığını gördüm adamın. Sadece korkulu gözlerle cellâdına bakıyordu. Kulaklıktan boğuk sesler geliyordu, kafam karışmıştı. Adama daha dikkatle bakmaya başladığımda fark ettim, ağzı dikiliydi. Adam ağzını açmamıştı çünkü açamıyordu. Daha sonra olaylar o kadar hızlı oldu ki nasıl bir tepki vermem gerektiğini şaşırdım. Adamın üstüne yakıt bidonundaki sıvıyı boşaltıp, ateşe vermişti. Odanın içi bir güneş gibi parladı. Kıpırdayamayan ve sesinin çıkaramayan birinin yanması insanın kanını donduruyordu. En acı verici şeylerden birine tepkisiz kalmak, daha doğrusu tepkisiz kalmak zorunda bırakılmak… Önümde canlandırılan sahne, kendini yakan Budist rahibi hatırlattı. Aklımdan bir sürü soru geçiyordu: Bir insan bunu nasıl yapabilir? Gerçeklik payı var mıydı? Yoksa hepsi bir kurgudan mı ibaretti? Adamın yanması bitmemişti fakat Merve ekranı kararttı ve diğer cama doğru yürümeye başladı. Şimdilik susuyordum fakat olayların gerçekten olduğu düşüncesi zihnimi kemiriyordu. Yine de içimdeki merakla üçüncü cama doğru onu izledim.
Gösteri başladığında, odanın kenarında bir kadın vardı yine. İki dakika sonra içeri yine bir cellât girdi, elinde bir tüfekle. Kadının ayağa fırlamasıyla, hamile olduğunu anladım. Hamile kadını ve tüfeği bir arada görünce içimde büyük bir korku oluştu. Bu benim yazdığım hikâye miydi yoksa? Kafamda beliren fikirle kurbanın ellerine baktım. Kadının elleri kelepçeliydi tıpkı hikâyemdeki gibi. Yine tavandan bir kapak açıldı ama bu sefer bir ilmek yerine, bir kanca indi. Kadın debeleniyordu fakat cellâdı onu bir oyuncakmış gibi taşıyordu. Kadını kelepçesinden, tavandan sarkan kancaya taktı ve kanca yükselip, kadını havaya kaldırdı. Omuzları kendi ağırlıyla gerilmişti. Altına kaçırmıştı, ayaklarından damlıyordu. Kocaman karnı ile o kadar savunmasız gözüküyordu ki. Olması gerektiği gibi… Hikâyemi ezbere biliyordum. En sevilenlerden biriydi ama kadının tepkilerini iyi yansıtamadığım gerekçesiyle çok eleştirilmiştim. Şimdi ise karşımda, yazdıklarımdan bin kat daha gerçekçi şeyler oluyordu. Adam eline tüfeği alıp kadının karnına dayadığında yeterince izlediğime karar verip, sinirli bir şekilde kulaklığı çıkarıp, bağırmaya başladım: “Bu delilik! Bunu durdurun. Bu, bu gerçek! Kadın ölecek, çocuğu ölecek. Bu kadını hemen çıkarın buradan!” Odaya tekrar baktığımda gördüğüm tek şey kırmızıydı. Kadının karnında patlayan tüfeğin, arkasında bıraktığı yıkım… Anne daha ölmemişti ama öleceği kesindi. Buna ben sebep oldum. Bu benim kabahatimdi. Onu kurtarabilirdim. Kurtarabildim…
“Gitmek istiyorum. Bunu yapamam. Siz delisiniz, deli! Burası cehennem. Çıkarın beni buradan. Burayı herkes bilmeli. Herkes!” İleri geri gidiyordum, camı yumruklamaya başladım ama içerdekiler beni ne görebiliyordu ne de duyabiliyordu. Tam anlamıyla delirmiştim. İçimde her zaman bir kan açlığı olmuştu ama hiçbir zaman eyleme geçmemiştim. Bırakın gideyim. Bırakmalılar, bunu herkes bilmeli. Burada insanlar ölüyor. Huzursuzca kapıya doğru giderken Merve Hanım’ın sesini duydum: “Siz bilirsiniz fakat buradan çıkmak için üçüncü seviyeden geçmek zorundasınız. Tek çıkış orası, size daha önce de söyledim.”. “Hemen gitmek istiyorum, hemen! Seviyelerinizde, kitaplarınızda sizin olsun. Bu çılgınlık!”. “Pekâlâ. Lütfen ilerleyin o zaman Mert Bey. Sizi çıkışa götüreceğim.” Hızlı adımlarla önümden geçti, ben de onu takip etmeye başladım. Birkaç koridor geçtikten sonra sağ taraftaki bir
kapıyı gösterdi. Hiç konuşmadan kaçtım oradan. İçimdeki korku beni öldüreceklerine yönelikti ama buradan bir şekilde kaçmalıydım, bunun bir parçası olamazdım. Kapıyı açıp içeri girdim. Arkamdan kapandı kapı…
Burası seviye ikideki odalardan biriydi. Girer girmez anladım. Sağ taraf boydan boya ayna ile kaplıydı. Beni de öldürecekler diye düşünürken, karşımda oturan adamı gördüm, yerime çivilenmiştim sanki. Bu mümkün müydü?
“Ooo küçük kardeşim! Hoş geldin. Demek bu çukura beni getirtten sendin. Ben de diyordum ki kim beni akıl hastanesinden çıkartacak kadar deli olabilir ki? Meğer benim tatlı küçük kardeşimmiş. Bizim minik domuzcuk büyümüşte, beni yaka paça ayağına mı getirttiriyormuş? Hıı? Oink oink! Hatırladın mı küçük domuzcuk beni. Kardeşinle tokalaşmayacak mısın? Hayır mı? Ahaha doğru, kolunu kesmişlerdi değil mi? Sırtın nasıl oldu peki? Yara izlerin ara ara yanıyor mu hala? Saçların uzamış tabii ama dazlak halini daha çok seviyordum. Yıllar geçti ama üzerindeki sidik kokusu seçmemiş bakıyorum, leş gibi kokuyorsun küçük domuzcuk. İşerken sorun oluyor mu hiç? Hep merak etmiştim. Hey dilini kesemeden almışlardı seni benim elimden, niye konuşmuyorsun ki şimdi? Özlemedin mi biricik abini?” Şaka mıydı bu? En büyük kâbusum karşımda mı duruyordu? Günlerce bedenime, yıllarca zihnime işkence eden abim karşımda mıydı gerçekten? Kolumun kesilmesine sebep olan, elektrik veren, kırbaçlayan, saçlarımı kazıyan ve hatırlamak istemediğim korkunç şeyler yapan, benim erkekliğimi elimden alan… “Ne oldu küçük kardeşim? Hala konuşmuyorsun. Ben de seni başarılı bir yazar sanmıştım. Benim hakkımda yazdığın hikâyeyi okudum. Neydi adı? Hah hatırladım ‘Ceza’. Senin cezanda bendim işte. Gerçi ikimizi de kız yapmışsın hikâyede. Sadece biri kız olmalıydı orada ahaha. Hayır, gerçekten merak ediyorum, bir kızla birlikte olabiliyor musun? Yoksa servisinden erkekler mi yararlanıyor? İyi ki hastaneden çıkartmışsın beni tatlı kardeşim. Yıllardır böyle eğlenmemiştim. Şimdi beni çözde yarım kaldığım işi bitireyim. Nasıldı o tekerleme:
“Neler neler var tamirci amcanın kırmızı kutusunda.
Çekiç, çivi, testere, tornavida
Alalım elimize çekici, çakalım çiviyi duvara
Tak, tak, tak, tak”
Kendime geldiğimde yeri tekmeliyordum. Kafamı aşağı indirdiğimde abimin kafasını ezdiğimi gördüm. Yılların öfkesi ayaklarımda can bulmuştu. Suratı seçilemeyen bedene baktığımda durmam gerektiğini anladım. Ölmüştü. Cesedine tükürdüm ve odanın aynalı kısmına döndüm: “Yazarınız olacağım, kabul ediyorum.”