En Güzel Hediye

“En güzel hediye henüz alınmamış olanıdır”. Samimi bir dosttan duyduğum güzel cümlelerden… Nicedir öykü ve şiirle uğraşırım, hâlâ böyle ruhu olan bir cümle kaleme alamadım. Neyse, bu cümle ve elime ulaşan Yekta Kopan’ın Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri kitabı bana çok iyi bildiğim bir hissi yeniden hatırlattı. Dost olabilmek için aynı gökyüzü altında olmanın yetebileceği. Kaldı ki etrafımda, birebir görüştüğüm kimi insanları hâlâ tanıyamadım, değil dost olmak arkadaşlığı zaruri hale sokan (ki özellikle birisinden, o da yaşanmamışlığın açtığı yaralarla) kitleden çekindim. Tavır almaya çalıştım. Bu da başka bir yazının konusu.

91536_2

Gelelim kitaba. Kitap elime ulaştığında Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar romanını yeniden okuyordum. Lakin öykü, şiir zayıf noktalarımdır. Üstelik edebiyatla uğraşıyor, “Gece Gündüz” programını çoğunlukla takip ediyordum. Buna rağmen Kopan’ı hiç okumamıştım. Bu gibi nedenlerle kitaba sımsıkı sarıldım. Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri ismini avuçlarıma kazımıştım bile. Bir de kitabın benim için ne denli mühim olduğunu şuradan da açıklayabilirim. Öncelikle harika bir hediyeydi, dost eli değmişti yani. Benim için seçilmişti ayrıca. Ben böyle güzel bir şeyi hak ettim mi, o hiçbir yazının konusu değil.

Bir kitap ya da film benimle ne kadar geziyorsa o kadar içime işlemiştir. Bu kitapta bakalım nereleri gördü yanımda… İzmit, İstanbul bir de Antalya (dostum sayesinde), şehir hatları vapuru, halk otobüsü, belediye otobüsü, üniversite, esnaf lokantası, kafe, Kadıköy, Üsküdar, Eminönü, Sirkeci, sinema, öğrenci evi, çalışan evi, park, cadde daha sayarım da uzatmadan kitaba döneyim…

Kopan’ın kitabı boyunca oluşturduğu dil, okumamı hızlandırmasının yanında karakterlerin anlattıklarını direk bana yönelik söylemelerini hissetmemi sağladı. Hepsiyle yüz yüze geldim nihayetinde. Hemen hepsinde hayatıma paralel bir çizgi çektim. Edebiyatı da, sinemayı da böyle irdelemeye yeni yeni başlamıştım. Böyle yapmak beni okyanus dibinde nefes alabilen bir şekle büründürmüştü. Ayrıca tüm öyküler, şimdiki ve geçmiş zaman kurgusunda aktarılırken, geçmiş hem hüzünle dönülen, hem de korkmadan özlenen bir zaman dilimi olarak karşıma çıktı. Bu nedenle en sevdiğim filmlerden birisi, Bergman’ınYaban Çilekleri filmidir.

Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri öyküsünde eski sevgilisiyle karşılaşan ana karakter, onun diktesiyle kartpostal yazmaya başlar. Zaten yazmaya başlaması da, onun yani Figen’in dikkatini çekme amacıyla olmuştur. O dönemler bir reklam şirketinde çalışmaktadır. Evinde ise kitaplardan oluşan, değer verdiği kuleleri vardır.

“Sonra bir gün devam edemeyeceğini söyledi. ‘Yoruldum artık,’ dedi, ‘inan benim için çok değerlisin ama kurmaca bir dünyanın içinde yaşayamayacağım artık. Kavga ederken bile aniden o sahne bitecek ve görüntüler mutlu mutlu koştuğumuz başka bir sahneye bağlanacakmış gibi davranmaktan usandım. Ben seninle bağıra çağıra kavga etmek istiyorum, gerekirse günlerce dargın kalmak istiyorum…’”

İşte bir ilişkinin bitişi. Biz kurmaca dünyamızda mutluyuz oysa. Ancak genel itibari ile kadınların çoğu ürküyor içerisine dâhil olmaya. Herkes gibisini istiyorlar. Büyük kavgalar, sıradanlık. Soru şu biz bu kurmaca dünyanın yapay insanları mıyız, siz gerçek dünyanızın kopyaları mısınız? Nasıl sevilebileceğini o kulelerin tepesinden değil en aşağısından öğrendik biz, içimize kendimizi katarak. Belki de korkuyorlar, daha önce gerçekten sevilmedikleri için. Paylaşmamak değil bu asla. Figen’in Amerika’ya yerleşmesi başkasıyla evlenmesi en doğrusu oldu. Bizi anlamayan insanlara tutkuyla âşık olmak da bizim lanetimiz. Napalım…

“Tavla, baba oğul arasındaki mücadelenin önemli simgesidir. Birincisi erkek oyunudur, ikincisi erkeğin varlığını kanıtlama savaşıdır. Üstüne üstlük, öyküdeki babanın öğretmen oluşu da, disiplin ve baskı ile alakalı izler bırakır bende.”

Kitaba böyle iyi bir öyküyle başlayınca onu elimden düşürmedim tabii. “Düş Eş” ise bir baba oğul ilişkisi üzerinden güçlü bir öykü kuruyor. Erkek çocuğu için baba figürü önemlidir. İlk yaşlarında, anne oğul ilişkisi nedeniyle onu düşman olarak bellerken yaş arttıkça geçilmesi gereken bir rakip olarak nitelendirebilir. Aslında bu babanın oğluna yaklaşımıyla da doğrudan etkilidir. Öykünün en güzel yanı benim için tavla sahneleri. Tavla, baba oğul arasındaki mücadelenin önemli simgesidir. Birincisi erkek oyunudur, ikincisi erkeğin varlığını kanıtlama savaşıdır. Üstüne üstlük, öyküdeki babanın öğretmen oluşu da, disiplin ve baskı ile alakalı izler bırakır bende. “Gözlerin doldu, ne o ağlayacak mısın yoksa? Sakın yapma bunu. Seni tanımaya hazırım. Ama yıllardır tarih öğretmeni Fevzi Bey olarak tanıdığım adamın babama dönüştüğünü görmeye hazır değilim. Sakın ağlama”. Aradaki ilişki, mesafe, çekingenlik üç dört cümlede öyle bir anlatılmış ki beni bile arada bıraktı. Evet, erkek çocuk için gelecek babasının ayak izlerinden geçer büyük ihtimalle.

“Rakı, Su ve Buz” işten çıkarılan ana karakterinin son çalışmasını bir öyküye çevirme çabası üzerine kurulu. Yine, kitabın ruhuna uygun bir biçimde geçmişle ilintili. Bu kez geçmiş, Cem isimli dostu üzerinden ve yine bir kadın gölgesiyle, Sinem’in gölgesiyle yanımıza oturuyor. Öykünün en beğendiğim noktası ana karakterin hikâyesi değil aslında. Yazmaya çalıştığı Fahrettin Serimoğlu’na ait hikâye… Pek çok sanatçıya tesadüf etmek mümkün anlattıklarında. “Benim derdim vefasızlıkla… Bak şu elimdeki küçük fotoğraf albümünü görüyor musun? Ben bunun adını ‘Vefasızlar Müzesi’ koydum”.

“Maskeli Süvari” ise bana en çok dokunan metinlerden birisi oldu. Sımsıcak bir hüzünle sarılı öyküde toplu iğnelerle ruha iliştirilecek cümleler mevcut. Bu defa geçmiş, bir amca yeğen ilişkisiyle kurulurken işin içine giren nesneler belirginleşiyor. Çocukluk öyküde de dediği gibi kapı girişinde bekliyor. Öyküyü okurken hissettim şey, aniden büyüyüp, çocuk olduğumdu. Şaşırmıştım buna, bu hızla değişmeye. “İşte şimdi amcamın, ‘Bir kere âşık olunur oğlum,’ dediği anda, babamın, ‘Yine mi Roksan meselesi?’ dediğini hatırlar gibi oluyorum”. Amca yeğen ilişkisi dışında (ki yine babanın da önemli bir rolü var öyküde) yukarıda kendi cümlemi görmek beni hem mutlu etti, hem yeni açmazlara yönlendirdi. Varsın olsun…

“  ‘Oyun Evi’ kitabın çok sevdiğim öykülerinden. Birincisi büyümeyi reddetmek gibi harika bir içeriği var. İkincisi dramatik yapısı da incelikle kurulmuş. Çoğunlukla mizahi bir tonu var. Yer yer de duygusal gerçekçi. Öyküyü zihnimde canlandırdıkça kendimi gülümsemekten alamıyorum. Büyümek kendini kaybetmektir benim için. Hem bunu istemeyecek hem de işi eyleme dökeceksin. Kesinlikle cesaret gerektirir.”

“Salih’in kırmızı armonikasından daha gösterişli bir armonika alarak onu rezil etmeden ve Eylül ayında düzenlenecek ‘En Güzel Uçurtma’ yarışmasında birinci olmadan harekete geçmeye niyetim yok”.

“Elma Ağacındaki Cadı” üniversite yıllarına dayanan bir anlatı. Daha çok iki kişi arasında bilinen bir duygunun asla dile getirilmemesi üzerine kurulu. Üniversitenin bitmesinin ardından yapılan bir arkadaş buluşmasıyla başlıyor öykü. Sanırım kitapta bu denli bol karakterli başka öykü yok. Bol karakterli ancak hepsine oldukça iyi tanıyabiliyoruz. Çocukluk arkadaşlığının besledikleriyle, gerçeğin direttikleri arasında gelgitler… “Her şeyi bir kenara bırakıp uyumak istiyorum. Ama Zümrüt’ün sesindeki üzüntü ve sinir, beni tedirgin etti. Kahveyi filan boş verip, kitabın sayfalarını karıştırmaya başlıyorum…”

“Çıkış Noktası” depremle alakalı bir öykü. Bu defa geçmişten gelen baskın karakter anne. Ana karakterimizin ise burada değinmeyeceğim çok ilginç bir huyu var. Öykü boyunca gerilim yüksek. Geçmiş, şimdiki zamana döndüğünde işin rengi değişiyor hep. Tüm öykülerde böyle ya, burada sıkışmışlık hissiyatının verdiği bir duygu da söz konusu. Işığa ulaşma çabası, hepimiz için aynı… “Aklıma çocukken annemle sinemaya gittiğimizde karanlıktan nasıl da korktuğum geliyor. Salona girmeden önce gözümü kapatıp açar, içeride film başlayıp da ortalık biraz olsun aydınlanıncaya kadar geçen karanlık sürede korkmama alıştırmaları yapardım”.

“Mevsim Normalleri” haber kameramanlarını odağa alan bir öykü. Kitabın en etkileyici metinlerinden biri. Üstelik sanırım toplumsala en yakın duranı da. Sonuna değin büyük merakla okunuyor. “Bana gördüklerinizi getirmeyin. Bana gördüklerinizin ardındakini getirin”.

“Köprüden Görünüş” karakterine en sinir olduğum öykü. Bir nevi “büyük umutlar” öyküsü. Büyük şehir rüyası. Fakat dahası mevcut. Kültürel algıların değişken olduğu, bazılarının amaçları uğruna değişmeyi önemli saydıklarına dair. Ayrıca geçmişle ilintili üç kişilik bir aşk öyküsü de barındırıyor. İnsanların kendini büyütme yolundaki adımlarına tuhaf bakıyorum. Tuhaf değil ama ya önceki kişi sen değildin, ya bu sen değilsin. Başıma geldi de biliyorum. Çok sevdiğiniz bir insan değişirse siz kanarsınız, onun umrunda bile olmaz. Hele bir de öyküde İngilizce vurgular yok mu… “Yenilen, biralarla hamburgerleri ısmarlıyor. Dostunun bowling turnuvasından kupası bile var. Salonda adım “Storm” a çıktı. Yani bowlingde fırtına gibi esiyorum”. Peh…

“Yayınlanmamış Bir Söyleşi” ise bir öykücüyle yapılan söyleşiye yer veriyor. Neden yayınlanmadığını ise söyleşiyi okudukça idrak ediyorsunuz. Fazla ipucu vermek istemiyorum hakkında.

Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri geçmişle örülü, dostluk, yalnızlık, aşk, aile ilişkileri öyküleri. Bir fincan kahve eşliğinde, masanızda menekşeler, oda perdeniz kapalı okumak harika oluyor. Beni Yekta Kopan ile tanıştıran dostuma çokça teşekkürler…

Ne yazsam

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s