Gece sükût ile başladı. Ruhumu inzivaya çeken bir sükûttu bu. Bir rüya canlandı ve ipekten bir deniz belirdi. Deniz ortasında bir inci. İnci miyim ben yoksa inciye ulaşmaya çalışan o turkuvaz balık mı? Kabuğundan çıkabilmek için debelenen, buram buram özgürlük kokan bir inci olmak istiyorum.
Hem de ne özgür bir inci… İçinde oluk oluk kanlar sızan, kanadıkça kanatan yara bere içinde ışıltılı denize kavuşan… Amazon kadını misali.
İlk olarak ben beliriyorum düşümde. Upuzun saçlarım sırılsıklam sırtıma yapışmış. Yüzüyorum. Bir ara nefesim kesiliyor. Yine de yüzüyorum. Usumda bir ada var . Uzaktan gelen tavernanın sesleri içimi bir hoş ediyor. Bembeyaz kireçle boyanmış dar sokaklarından kıvrılıyorum. Bir adam çıkıyor karşıma hasır şapkası elinde, yanaşıyor yanıma. Sertleşmiş elleriyle dokunuyor yüzüme, süzüyor elleriyle yanaklarımı. Gözlerimi sımsıkı yumuyorum.Tuzlu dudaklarını dokunduruyor dudaklarıma. Utanıyorum. Ruhumdan geçip gidiyor. Arkama döndüğümde gelincik çiçekleriyle bezenmiş sokaktan başka bir şey göremiyorum. Kum taneleri misali parçalanıp sokaklardan çıkıyorum. Biraz balık, biraz yosun kokusu burnumda. ”Rüyalarda kokular olamaz, kokular yalnız hayallerde barınır” lafzı geliyor aklıma . Bu bir rüya değil o zaman. Olsun. Ben uzatıyorum usumda düşümü. Sessizce iskeleden bırakıyorum kendimi mavi ipeklere. Yüzüyorum. Bir balık yanaşıyor yanıma. Tanıyorum balığı, Sait Ağabey sağ olsun. Anlatmıştı bir keresinde renkleriyle, pullarıyla uzun uzun onu. Tebessüm ediyorum. O da beni tanıyor sanırım. Gülümsüyor. Nereden tanıyordu ki beni? Ben hiç konuşmazdım Sait Ağabeyle, o anlatırdı ben susardım. Sustukça büyürdü içimde umutlar. Umutlar büyütmesin yalnız büyüsün istiyordum. Olmuyordu.
Suskunlaştırılmıştım. Tanrı ”herkes bu dünyada çok konuşuyor, bazıları çok yazıyor, bazıları çok dinliyor sen sadece müphem nefeslerinle dur bu alemde” demişti. Bana sormamıştı. Olsun. Yine de sustum.
Kapı aralandı. Yavaş adımlarıyla babam yanıma yaklaştı. Saçlarımı okşadı. Nasılsa anlamayacağımı düşünüp bir şeyler söyledi. Hiç anlayamazdım ben, hiç konuşamazdım, öyle derdi beyaz önlüklü adamlar. Asıl benim anlamlandıramadığım onlardı. Ben konuşuyordum, yüzüyordum onlar susuyordu bu sefer. Kucağına aldı beni . Oysa istemiyordum gitmek. Ben denizde yüzecektim. Biraz şarap içip yavaş yavaş yürüyecektim. Hayır deniz değildi o. Mavi ipekti. Neden deniz demiştim o zaman? Onlar gibi oldum bir an. Ne zaman sıradan insanlardan biri sıradan bir dokunuş yapsa ruhuma, büyü kalkar, saçlarım kısalırdı. İnciler kayıp gider, balıklar simsiyah olurdu. Mavi ipek birden çekilmeye başladı. Adam hasır şapkasını savurdu. Toprağa öylece çarptım. Sarsıldım. Karıştırıyorum. Bu toprak değil yatağımdı. Düşler ve gerçekler bir yumak oldu birden. Olsun.
Hiç konuşamayacağımı bilerek ve hiç anlamayacağımdan emin bakışlarla alnıma kondurduğu öpücük bana azaptan başka bir his vermedi. Komodinde duran sarı abajuru yaktı. Bir kitap aldı eline. O zaman su serpildi içime. Davudi sesi yankılandı odada. Tebessüm etti. Bu sefer hayal değil. Rüyalar başladı. Sait Ağabey çoktan gelmişti.