Bir dergi editörüne nasıl mektuplar gelir? Yazar olmak isteyenler neler yapmalıdır? Editör – yazar ilişkisi nasıldır, nasıl olmalıdır? YKY ve Kitap-lık dergisi editörü ve yazar Murat Yalçın’la kendisine gelen mektuplardan hareketle kaleme aldığı ‘İçimde Oğuz Atay ile Orhan Gencebay İkizi Yaşıyor’ kitabı, yayıncılık ve yazarlık hakkında konuştuk.
1. Bazı mektuplarda oldukça cüretkar yazar adayları görüyoruz. ‘’Yemişim derginizi!’’ diyen bir yazar adayı var. Gerçekte de bu kadar cüretkar yazar adayları oluyor mu, sınırı nedir bu durumun?
Çok farklı kişilik yapıları var. Çok çekingen kişiler de var ama çoğunluğu pervasızlık, densizlik, gençlik ya da cehalet adını ne koyarsanız koyun türlü türlü insan var. Dergiye ürün yollarken bu tarz kişilik yapıları öne çıkıyor, bazen fazla öne çıkıyor. Çok fazla öne çıkan, benim çok dikkatimi çeken, beni kıran, üzen ya da güldüren, düşündüren mektupları bir kenara koyarak biriktirdim. Sonra onlardan hareketle kitabı yazdım.
2. Bu yollardan geçmiş genç bir yazar adayıyken siz de editörlere mektuplar yazıyordunuz sanıyorum. Bu kitabı kaleme alırken de bir editördünüz. Kitabı yazarken bu iki ayrı kimliğin katkıları neler oldu? Hangi tarafta olmak daha zor size göre?
Aslında ben hiçbir zaman dergilere yazı yollayan kişi olmadım. Birisi elimden öykülerimi alıp yayımladı ya da beni götürüp bir yayıncıyla tanıştırdı. Dolayısıyla hiçbir mektup yoluyla kitap ya da ürün göndermedim. Bu yüzden ben bu tip ilişkiler hiç kurmadım. Daha da ilginci birkaç öykümün yayımlandığı sıralarda, yirmili yaşlarımda Varlık Dergisi’nin yazı işlerinde Enver Ercan’a yardımcılık yapmaya başladım. Daha iki öykümü yayımlamışken editöre gelen mektupları açıyordum. Bir anlamda editörlerin yaptığı işi yapıyordum.
3. Burada dergicilik üzerine bir ekleme yapacak olursam, eskiden yayıncılık sektöründe ilerlemek isteyen gençlerin önü daha mı açıktı sizce?
Bence şu an daha kolay her şey. Çünkü daha büyük daha geniş bir ortam var. Yayıncılık daha çok büyüdü sektör olarak. Daha çok eleman istihdam ediliyor. Dolayısıyla daha çok masa daha çok koltuk var.
4. ‘’İçimde Oğuz Atay ile Orhan Gencebay ikizi yaşıyor,’’ diye hezeyanda bulunan yazar adayından hareketle, yazmaya yeni başlanılan zamanlardaki ikilemlerin, belli yazar veya sanatçılar arasında yaşanılan gel-gitlerin sonradan kişinin yazarlığına ne gibi etkilerde bulunduğunu düşünüyorsunuz?
Başlarda amatörce hevesler duygular oluyor. Amatörlük çok kıymetli bir şeydir bence. Bir edebiyat heveslisinin doğal olarak özenti birtakım tavırları, örnek aldığı birtakım yazarlar olur. Ama o belirli yaşlarda olur. Tabii o yaşlarda bu ilgiler çok aşırıya varabilir, o yazarın hiç hak etmediği kadar misyon yükleyebilir o yazara. Daha iyi, daha başka yazarları tanımadığı içindir aslında bu. Bu bir dönemdir ve bu dönemde her türlü ifrata ve tefrite varan davranışlarda ve tutumlarda bulunabilir yazar adayı. Ama gerçek bir yazar olarak yoluna devam edecek birisi bu dönemi hızlı bir şekilde yaşar ve yoluna devam eder. Geçemiyorsa zaten orada kalır ve ilerleyemez.
5. Bazı mektuplarda yazar adaylarında eleştirel bir tavır görülüyor. Bu, bana sizin bir editör olarak özeleştiri yaptığınızı düşündürdü. Yazar adaylarının yaptığı yanlışlar da çok ön planda. Size gelen mektuplar gerek yayıncılığın gerek yazar adaylarının eksiklerini görmede nasıl bir katkıda bulunuyor?
Özeleştiri yapmamızı sağlıyor bazıları. Gönderdiği bir ürünü yayımlamadığımız için bize duyduğu kırgınlık ve öfkeden ötürü kendini rahatlatmak ve bizi ‘dövmek’ maksadıyla yazılmış da olsa, kendi adıma söylersem, o mektubun içinde gerçekten özeleştiri yapacağım bir şey varsa onu alırım. O kişinin amacı üzüm yemek yerine bağcıyı dövmek de olsa, ben oradan bir şey buluyorsam oradan da yararlanırım. Ama diğer yandan onun öfkesi, tepinmesi bir arkadaşlığım, dostluğum bir yakınlığım olmadığı ve tanımadığım için beni ancak güldürebilir. Bu yaptıkları biraz da çocukça bir şeydir. Ama böyle insanlar çok var, özellikle bu işlerin içinde çok var. Az önce Talat Halman’ın çocukluğuyla ilgili bir anısını okuyordum. Köprüden geçerken bir iş adamıyla karşılaşıyorlar, ‘’Bak bizim çocuk da şiir yazıyor,’’ diyor ve şiirini okutuyor. Adam da ‘’Üzülme paşam, büyüyünce doğru dürüst işler yapar,’’ diyor. Bunun gibi, bu toplumda özellikle yazan çizen insanlara karşı meczup gözüyle bakmak çok yaygındır. Ona deli gibi bakarlar, o bir iş gibi görülmez ve tutunamamış insanlar edebiyata takılır kalırlar gibi genel bir düşünce var. Ama bazıları yapmacıktır o davranışlara girenlerin, yüz yüze geldiğinizde çok saygılı olduğunu görürsünüz. Aslında kendini fark ettirmeye çalışıyorlar ve birtakım komplekslerini ortaya çıkarmış oluyorlar. Ortaya bir kişilik yapısı çıkıyor. Yirmi beş yıldır bu işi yapıyorum. Bu işin başında belki daha kolay aldanabilirdim ama şimdi çok daha farklı bakıyorum. Değerlendirirken nasıl bir kişilik yapısıyla karşı karşıya olduğumu göz önünde tutuyorum ve hiçbir şeyi üstüme almıyorum.
6. Kitapta bazı yerlerde dert anlatmak, içini dökmek için editöre mail atan insanlar da var. Editörlüğün biraz da böyle bir yönü var diyebilir miyiz?
90’lı yıllara kadar dergi ortamları kültür-sanat ortamlarıydı. ‘Edebiyat mahfili’ dediğimiz yerlerdi. Şimdi dergilere gelip de oradaki yayıncıyla, oraya gelip giden yazarlarla sohbet etme imkânı yok ve zaten kimse gelip gitmiyor oralara artık. Editör de Türkiye’nin önde gelen yazarlarıyla temas halinde ama hiçbiriyle görüşmüyor, telefon ve mail yoluyla iletişim halinde oluyor. Edebiyat ortamı sıkıntısı var. Ücra yerlerdeki insanlar, Anadolu’nun değişik yerlerinde, hatta büyükşehirlerde bile insanlar bu konularda daha asosyal aslında. Edebiyatla ilgili olanlar da paylaşacak kişi sıkıntısı yaşıyorlar ve bir editör biraz ona cevap verse ve ilgi gösterse, onunla okumakta olduğu kitapları, yazdıklarını paylaşma arzusu içerisine girebiliyor. Eskiden belirli edebiyat ortamları vardı; kahveler, pastaneler, evler… Bunlar bugün yok ve yeni kuşak yazarlar bunlardan mahrum. Bunun sıkıntısını yaşlı yazarlar da çekebiliyor.
7. Yayıncılıktaki deneyimlerinizden, size gelen mektuplardan yola çıkarak bu kitabı yazmışsınız. Ama bir kurgu olduğu için kitabın yazım aşamasında diğer kitaplarınızdan farklılıkları neler oldu?
Ben bu kitabı iş ortamında yazdım. Öykü yazarı olarak biliniyorum, ama bu kitabı yeni kitabım olarak düşünüp de yazmadım. Beni dürten birtakım mektupları çekmeceme atıp iş yerinde öğle tatillerinde, boş vakitlerimde kendi kendime, o mektuplardan hareketle biraz da hikâyeleştirerek oluşturdum. Ama bir hikâye olarak yazmadım bunu. Bitirdikten sonra eşime okuttum. Okurken kahkahalar attı. ‘’Sen bunları yayımlasana,’’ dedi. ‘’Ben kendimi eğlendirmek için yazdım,’’ dedim. Bir mizahçı gibi davrandım. Bazı ciddi ciddi öykülerimde de mizahi bir yönün olduğunu ama bunu ortaya çıkaramadığımı söyleyen arkadaşlarım vardır. Burada öykü yazmıyorum, mizah yapıyorum ama bazı çok kıymet verdiğim arkadaşlarım ‘’Bunu neden öykü gibi yayımlamadın? Bu öykü kitabı,’’ dediler. Aslında bir bakıma doğru. Ben de buna itiraz edemiyorum. Mehmet Can Doğan’a gösterdim. ‘’Bu öykü kitabı, sen ister öyle yazdım böyle yazdım de. İstediğini söyle, bu öykü kitabı,’’ dedi.
8. Evet, bu kitap bir kurgu, ama belli bir tür içine sokamıyoruz sizin de dediğiniz gibi. Öykü ya da başka bir şey diyemiyoruz tam anlamıyla. Bu, benim aklıma Hafif Metro Günleri’ni getirdi. Başta anlatı olarak yayımlanmış, sonraki baskılarda roman denmiş. Ben buradan hareketle kitapları roman, öykü veya anlatı gibi türlerle nitelemek ne derece önemli sizin için bunu merak ettim.
Benim için bir önemi yok aslında. Ben yayıncı olmasam bunlarla hiç uğraşmam. Tür denilen şey yayıncıların derdidir. Ben ilk kitabımı 1995’te yayımlayacağım zaman da adına bir şey demedim. ‘’Ne bu?’’ dediler, ‘’Yazdıklarım,’’ diye verdim. ‘’Biz bunu öykü olarak yayımlayalım,’’ dediler. Dedim ki, ‘’Öykü demeyelim, yazılan öykülere benzemiyor. Anlatı diyelim,’’ dedim. Sonradan ‘’Sen buna öykü demesen de biz bunu öykü diye yayımlayalım,’’ dediler. Benim yazarken hiç böyle düşüncelerim yok. Hafif Metro Günleri’nin yeni baskısında ‘’Roman diyelim mi?’’ dediler. Ben de şakasına, ‘’Roman deyin de ben de şu roman milletinden kurtulayım, bana yirmi yıldır roman yazacak mısın, diye soruyorlar’’ dedim. Ben yazarken yenilik peşindeyim. Bu roman biçiminde mi çıkmış, başka bir biçimde mi çok da önemli değil benim için. Yayıncı olmasam bu kadar önemsemem türleri. Şu an ise, böyle düşünmeme rağmen yazarları yönlendirmek zorunda kalıyorum. Yayıncılık gereği böyle yapmanız gerekiyor.
9_ Bu doğrultuda, işe yeni başlayan ve tür kavramını önemsemeyen gençler de bir yere gelene kadar önemsemek zorunda kalıyorlar sanki?
Tabii… Ama benim bir dergi editörü olarak ‘’Yazdığım son öykü budur’’ gibi kendinden emin gönderenden çok yazdığından çok da emin konuşamayan, ‘’Ben böyle bir şey yazdım ama türü konusunda çok da emin değilim,’’ diyenler ilgimi çeker. Kafasında tanımlar ve tarifler olan insanlardan korkarım. Birisi tarif getiriyorsa, öykü şöyle yazılır, böyle yazılır diyorsa, didaktik bir yaklaşımdaysa, hele ki yolun başındayken, ben onun için üzülürüm aslında. Yazarlık böyle bir şey değil çünkü. Bir formülü var da bu formülü tam öğrenmek gibi bir durum söz konusu değil. ‘’Nerede eksiğim var, nerede hata yaptım?’’ derler. Sanki bunun bir kitabı var, buna uygun olması gerekiyor da ona göre nerede hata yaptıklarını öğrenmek istiyorlar.
10. Editörlerin çok önemli bir görev yaptığına inanıyorum. Bir genç yazar editöre bir şeyler yolluyor ve belki o yazar gelecekte çok önemli atılımlar yapacak birisi olacak. O kişiyi keşfetmek bir anlamda editörün görevi. Benim aklıma burada hep diğer edebiyat çevreleri Garip’i topa tutarken Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık’ta Orhan Veli’nin ve Garip’in şiirlerini yayımlaması örneği geliyor. Bir editör olarak mektupları okurken bunları düşünüyor musunuz merak ediyorum.
Çok fazla düşünmüyorum ama bunun dünya edebiyatında da hep konuştuğumuz yüzlerce örneği var. Bunların hepsi doğru ve bu iş böyle. Görev dediniz, benim böyle bir görev duygum yok. Ama şöyle bir duygum var, editörlüğü biraz da bunun için yapıyorum aslında bir görevden çok: Belki ben bir yazar olarak hiçbir şeyim. Belki her şey benim ölümümle beraber yok olacak. Ama belki benim ortaya çıkmasına vesile olduğum birisi çok büyük bir yazar olacak ve o bir yerlerde benden bahsedecek ve belki onun bahsettiği yerde kalacak adım sadece. Tam tersi de olabilir. Bir gün benim beğenmediğim birisi büyük bir yazar olacak ve o zamanlar şöyle büyük bir yayınevinde şöyle bir editör vardı diyecek, o beni beğenmedi, ben de hırs yaptım diyecek ve belki o şekilde adım geçecek. Bu da olabilir. Geçmişte böyle örnekler var ve bazen aklıma gelir. Şöyle de bir şey var: Ben bir yazarı ıskaladıysam ve eğer o gerçekten iyi bir yazarsa benim ıskalamamla kaybolmaz.
11. Siz bir yazarsınız editörlüğünüzün yanında, bazı yazar olmayan editörler var ki, acaba onlar yazar adaylarını ne derece anlayabiliyor, anlayabiliyorlar mı?
Ben bir dönem şunu çok söylüyordum, şimdi ondan da emin değilim ama. Bu edebiyat dergisi editörlüğü yapan insanlar kesinlikle şair- yazar olmamalı. Çünkü şair olunca şair arkadaşlarından bir klik oluşturuyor; öykücü olursa kendisi gibi öykü yazanları topluyor. Orada belli bir şeyin içine tıkılıp kalıyorlar. Sanki öykü böyle yazılır ve en iyi öykücüler de bunlardır gibi bir dünya yaratıyorlar kendilerine. Böyle olmasa gerçekten, sırf yayıncı olsa daha objektif olabilirler. Kişisel beğeniler vardır ama bunlar belirlemez her şeyi yayıncılıkta. Çok önemli yazarlar var ama siz beğenmeyebilirsiniz. Ben 2000 yılında Kitap-lık’ın editörü oldum, hiç öykü yayımlamadım. Onu da şu sebeple yapmıyorum: Öykü gönderecek kişiler benim öykülerimi okuyacaklar ve benim gibi yazmaya çalışacaklar. Ya da benim gibi yazanlar bana göndermeye çalışacaklar. Halbuki ben benim gibi yazanı değil de başka türlü yazanı beğeniyorum.
12. Genç yazarlara dergilere ürün yollamak için öneride bulunan yerleri okuduğumuzda ben şunu çok gördüm: Bir dergiye yollayacaksanız, o derginin kıstaslarını bilin, nasıl öyküler yayımladığını bilin, hiç okumadığınız bir dergiye ürün yollamayın. Ama bu biraz da şöyle mi oluyor; diyelim ki Kitap-lık’ta iyi bulunup yayımlanmıştır, ama başka bir dergiye yolladığınızda onların kendi profiline uymadığı için yayımlamayabilir. Burada, yazar adayı kendisinin iyi olup olmadığını neye göre belirleyebilir?
İyi yazarlar çok erken yaşlarda, amatör olduğu dönemlerden başlayarak kendi kendinin yazarlığını ölçebilen kişilerdir. Yazar olup olmadığını, yazarlığın neresinde olduğunu, yeteneklerini, kapasitesini aşağı yukarı tahmin edebilen kendi eleştirisini yapabilen eleştirmen kişidir. Memet Fuat, bunu çok güzel anlatır yazılarında. İyi bir yazar, iyi bir okur ve eleştirmendir ve bunları birinden duymasına gerek yoktur. Zaten bunları soruyorsa kendisinde böyle bir kişi yok demektir ve o kişi olmadığı için de yazar olamayacak demektir. ‘’Bu yazdığım iyi mi, nasıl?’’ diye soranlara cevap vermeye bile gerek yok; çünkü o olmayacak demektir. Ne yaptığını bilmiyor çünkü daha. Edebiyat böyle bir şey değil, kim olursa olsun birisinin onayına göre yazar olunmaz. Bazen bakıyorum başka bir dergiye, acaba ben olsam yayımlar mıydım diye düşünüyorum. Diyelim ki sen iki öykü gönderdin, birini bana bir diğerini başka bir dergiye. Ben çok beğeniyorum, diğeri de hiç beğenmiyor, yerden yere vuruyor. Neredeyse ‘’Sen bırak bu işleri,’’ demeye getiriyor. Ne yapacaksın? Kesinlikle çok fazla etkilememeli bu durum. Büyük yazarlar da aynı şekilde, yeni bir roman çıkardıklarında birinin beğenip bir tarafın beğenmemesini çok fazla umursamazlar. Çünkü o ne yaptığını ve nereye gittiğini biliyordur. Birçok yerden çıkan yazar kitap yayımlayabilir, beğenilebilir, ödüller alabilir. Ama birinci sınıf yazarlar vardır, onları herkes bilir. Piyasada hep birinci sınıf yazara ihtiyaç yok, üçüncü sınıf, dördüncü, beşinci… Hepsine ihtiyaç var. Hepsinin bir alıcısı, okuyucusu var. Evvelden ayıplardım, artık onu da yapmıyorum. Onlara da ihtiyaç var çünkü. Onlar olacak ki birinci sınıfların değeri ortaya çıksın. Edebiyat tarihlerinde de yüzyıllara bakınca bir iki tane şair görürüz. Diğer şairler ne oldu? Fosil görevi gördüler. Bugüne kalan bir tane dev gibi çınarın yediği ve onu besleyen yüzlerce ölü var orada.
13. Diyelim ki bir yazar adayı bir dergiye yazdığı bir ürünü yolluyor ve yayımlanmıyor. Sonrasında o dergiyi alıp baktığında yayımlanan bazı öykülerin çok vasat olduğunu görebiliyor. ‘’Benimki bundan da mı kötü acaba, neden yayımlanmadı?’’ diye düşünüyor. Biraz da hırslanıyor belki bu anlamda. Bu konuyla ilgili ne söylersiniz?
Bu çok mümkün ve çok doğru. Bir derginin ya da bir yayınevinin zaman içerisinde bir kadrosu oluşur. Bu benim kadrom demez ama sık yayımladığı imzalar olur. O sürekli yolladığı için belki normalde sizin gönderdiğinizde yayımlamayacağı bir öyküyü o gönderince yayımlıyor. Çünkü o artık benim dergimin yazarı, diye düşünüyor. Onu ben seçmiş olmuyorum, o benim dergimde bir şey yayımlamayı seçmiş oluyor. Yazdığı şeyin niteliği onu bağlıyor. Çünkü o bir yazar, şair olarak tanınıyor. Yani şöyle diyorlar; Dağlarca Kitap-lık’ta kötü bir şiir yayımladı. Ama kimse Murat Yalçın Kitap-lık’ta Dağlarca diye bir adamın berbat şiirlerini yayımladı demiyor. Ama Ahmet diye birinin kötü bir şiirini yayımlarsam, o zaman da Murat Yalçın nereden bulmuş bu adamı derler.
Reblogged this on .
LikeLike