Borges’in, ‘‘Ben yaşamadım, çok okudum,’’ minvalinde bir ifadesi vardır. Ben biliyorum ki; siz sürekli gezen, dünyadaki birçok kaldırımı arşınlayan ve buna da devam etmek isteyen birisiniz. Öykülerinizin birçoğunun bu gezmelerin, bu keşfetmelerin ürünü oldukları onların evrenselliği açısından aşikar. Size Borges’e karşı bir şey söyletmek niyetinde değilim, ancak yaşamın anlatıya, sanata kaynak olması açısından ne ifade ettiğini size sormak istiyorum.
Yaşamadan yazmak mümkün olur muydu? Görmeden, duymadan, bilmeden kelimeleri yan yana getirip, o çok konuşulan ortak duygulara dokunabilir miydik? Bence yaşamdır sanata kaynak…
Sevgili arkadaşım İlhan Berk anlatırdı bunu hep, çok gülerdi Borges’e; Borges’e bir gün yolda sormuşlar “Siz o ünlü yazar Borges misiniz?” Borges durmuş, düşünmüş, “Bazen” demiş… Borges bana kalırsa çoklu dünyası olan biriydi. Sıradanlığının arkasına saklanan bir yüzü vardı, ki bu tarafı onu gözlemlemeye, okumaya ve yazmaya yöneltiyordu, bir yüzü de harikuladelikler gizli, kimsenin kolayca çözemeyeceği eski bir uygarlığa ait kaybolmuş büyülü bir dil gibiydi. Parfois Borges, işte budur verilecek en güzel cevap…
Bu ilk soruyu sormamın asıl sebebi, sizin flanör eğiliminizi soruşturabilmek. Yani bir açıdan sadece kendi içine kapanıp bir şeyler ararken, ancak herkesi içinde barındıran bir arayışın içinde olmak. Aslında yolcunun kendi olmasıyla birlikte herkese, tüm insanlığa kucak açması… Birçok öykünüzde bunun ayırtına varıyorum. Yola çıkmanın ve bunun sanatı açısından bakınca, kendinizi nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Yolun kendi dili var bence. Bilinci açan, kapalı gözlerle baktığımız ve görmediğimiz tüm gerçeklikleri bize algılatan bir hali var. Sanat yaşamın ötesinde değil, dokunduğumuz, izini sürdüğümüz, ulaşabildiğimiz yerde. Yola çıkmasam ben aynı ben olmazdım. Kalsam, içime doğru uzansam, belki de yazar bile olmazdım. Ama ben gitmeyi seçtim ve orada değiştim. Kelimelerim de değişti gördüklerimle beraber. İnsanlığı kucakladım, kimmişim ondan sonra anladım. Öykülerim yolculuklardan doğdu. Flanörlük bir ruh hali, durdurulamayan bir istekle atan kalp sanki…
Öykücülüğünüzün biçimsel yönüne, yani dil üzerine eğildiğimizde, çarpıcı olmayan ama insanın içine sinerek hâkimi altına alan bir anlatım ile karşılaşıyoruz. Her şeyden, her detaydan çok dilin yarattığı bir dünyaya temas ettiğimi, o dünyanın içerisinde nefes aldığımı söyleyebilirim. Bir dil oluşturmak isterse Gül Ersoy, bunu nasıl gerçekleştirmek ister? Bu mesele üzerine nasıl düşünür?
Böyle düşünmenize çok sevindim. Dil oluştururken bir renk ve şarkıyla düşüyorum öyküyü. Bazen hızlanıyor, bazen yavaşlıyor sözcükler. Renkler duygularla değişiyor. Birileri var, sıkışmış kalmış, umutsuz, bıkkın, gidemeyen, söyleyemeyen, dinleyemeyen, dayanamayan birileri. Kurduğum dil onlara ulaşsın istiyorum. Bu küçücük dünyadan steril bir yaşam yerine, boyun eğilmiş zamanlarla değil, özgürlükle, sevgiyle, birbirimizle geçelim istiyorum. Dili kurarken öyle böyle şöyle düşünmedim, derinden bir ses geldi, bu da benim dilimmiş.
Kaleminizin ucu her olay üzerinde geziniyor; bazen orta sınıf bir kadının aldatılmasını resmederken, bazen yalnız başına var olmaya çalışan birinin mücadelesini anlatma eğilimi gösteriyor. Ancak bunların ardında, ekseriyetle bir öz var: Kadın olmak. Öykülerinizin dünyası çoğunlukla bir kadın üzerinden kuruluyor. Nedir kadın olmak? Nedir bunca vakit arkada, köşede kalmışlığın haletiruhiyesi?
Aklı olan kadın erkeğe bulaşmaz bence. Ama nasılsa onlarsız da edemiyoruz. İtme, çekme, bir araya gelip ayrılmalarla, yıpratıcı duygularla imkânsızı oldurtmaya çalışıyoruz ilişkilerimizde. Öykülerimde genellikle kadın karakterler olması ya da eşcinsel karakterler üzerine gitmem, erkek egemenliğini, bayatlamış eril halleri sevmediğim için olabilir. Kadın olmak, erkeği yaratabilmek ve ondan vazgeçebilmektir, güçlü bir damar var kadın olmakta, oyunu kuran biziz…
Son olarak bir soru da üzerine konuştuğumuz Sahilden Bostancı isimli kitabınız üzerine sormak istiyorum. Bu soruda biraz da klişenin konforuna yaslanacağım. İlk kitabın, ilk göz ağrısı olduğu metaforu dillendirilir. Bu kitapla böyle bir bağ oluştu mu aranızda? Bir de sizi sürekli okumak isteyenler için soru soracak olursak, ufukta yeni bir çalışma, yeni bir kitap hazırlığı var mı?
Pek klişe bir insan olduğumu düşünmüyorum ve öyle bir bağdır, duygusallıktır, aman ben ne oldumculuktur yok içimde. Kitaplarından çocukları gibi bahsedenleri biraz da komik buluyorum. Nedir bu kitaptan çocuk gibi bahsetme rezaleti. Nedir bu sümüklü duygular seli. Türk edebiyatında bu vasat eğilimleri gördükçe gülüyorum, lütfen modernleşelim ve bu arabesklikten kurtulalım. Bu şekilde belki evrenselleşebiliriz.
Evet, yazdım, kitabımı çok sevdim, ilk kitabın günahı yoktur derler, hatalarım da olmuş olabilir, olsun. Yaz, yine yaz, hep yaz diyor içimdeki ses. Yeni bir öykü kitabı ve bir roman üzerinde çalışıyorum, ufukta yeni kitaplar görünüyor. Teşekkür ederim bu güzel sorular için, şimdiye kadar cevapladığım en sofistike sorulardı.