Metin Çalışkan: Madamın Saklı Köşkü

Ah yok mu dinleyecek birileri? Durup ince şeyleri anlamaya kimselerin mi kalmadı vakti? Oysaki her hikâye anlatılmalıdır öyle değil mi? Anlatılmalıdır ya, dinleyicisi olmayan hikâye neye yarar? Anlatılanlar ahşabın fısıldadıklarıysa da ne çıkar? Söz, kendinde boğulur, sessizliğe sığınır. Yine de vazgeçmek yok. Dile gelmesi gerekenler dile getirilmeli. Hem en azından siz buradasınız sevgili kimseler, yoklar, boşluklar. Sadık dinleyicilerim. Öyleyse anlatalım da dinleyin. Siz dinleyin ki görünür olun. Biz de anlatalım ki silinip gidelim. Hikâyemiz harflerle, kelimelerle nefes olup kalsın geriye.

Önce Köşk vardı. Tanrı sayılmasa da kendi kudretine sahipti. İki katlıydı, ahşaptandı. Sümbülden tokmaklı bir kapı, geniş vitrinler, sonsuzluk merdivenleri, sahanlıkta geyikli kilim, dört yöne ve bir de göğe bakan pencereler, ahşabı saran kiraz ağacı, genişçe bir bahçe. Bahçede şiir bilen kediler, diğer ağaçlar, tertemiz bir çeşme, ufak, rüzgârsız bir masa…

İşte o Köşk’te bir Çocuk yaşardı. Bütün odaları adımlarıyla ezberinde tutardı. Bembeyaz gözleri donuk bakardı. Odasındaki yeşil örtülü yüksek divana tırmanmaya çalışırken kahkahalar atardı. Boyu, sahanlıktaki pencere kadardı. Başına buyruktu ya sadece, rengârenk yüzüklü, avuçları çizgisiz bir eli tutardı. Elin sahibi, yaşı kestirilemeyen Madam’dı. Dünyaya dağıtılan bütün dillerde, sevgi demeyi, barış demeyi, acı yaratıcılarını lanetlemeyi bilirdi. Bilirdi de tek söz etmezdi. Gözleri deniz denizdi. Her gün, geniş vitrinlerdeki fotoğrafların tozunu alır, başka şeye elini sürmezdi. Billûr şişelerden yeşilli, kırmızılı likörler içmeyi severdi. Daima kestanelerin çıtırdadığı sobalı odasında, misafirlerini dinlerdi. Yüzü genellikle ifadesizdi. Sadece, o da kırık uçurtmaları andırır bir şekilde, Yanılsamacı’ya gülümserdi. Yanılsamacı, üzerine büyük gelen bir takımla, resimsiz bir iskambil destesiyle dolaşırdı. Gülümsemenin anlamları üzerine düşünemeyecek kadar yorgun bakardı. Her sabah uyanır uyanmaz, Madam’dan, Çocuk’tan, desteden bir kart çekmesini ister, kartları hep yanlış tahmin ederdi. Sinek Yedili, Kupa Beşli, Kare Ası… Duvar kâğıtları Maça, Karo, Sinek, Kupa olan odasında kaybedip geriye getiremediklerine, ikiye bölüp birleştiremediklerine içlenirdi. En çok da, siyah silindir şapkasına sakladıktan sonra bir daha haber alamadığı tavşanı yüzünden dert yanardı.

Ah günler böyle geçip gidiyordu ya sonsuza kadar süremezdi. Doğrusu, öyle olsa anlatmaya değecek ne bulurduk? Duyuyor musunuz, daima aynı seyirde ilerleyen hikâyelerin arkasında duranlar? Duyuyor musunuz hey, insanı tekdüzeliğe mahkûm etmeye çalışıp da adına mutluluk diyenler? Duymuyorlar tabii, duymuyorlar değil mi sevgili kimseler, yoklar, boşluklar? Boş verin. Sizin sizden, bizim sizden başka neyimiz var? O vakit boş verip devam etmeli anlatmaya.

Çocuk uyandı. Kulağına yeşil örtüde yürüyen bir karıncanın hışırtısından, sokakta, bahçenin dışında, hızlı hızlı vuran topuk tık tıklarına kadar sesler doldu. Bir köşkün, sokağın, caddenin, dünyanın huzurunu, atlaslardan bihaber, sevinçle uyanan çocukların huzurunda aramalıydı ki evet, Çocuk şimdilik epey huzurluydu.

Ayaklandı. Beş adım sayarak divana gitti. Karıncayı el yordamıyla bulup pencerenin köşesine bıraktı. Yeşil örtüyü sıkıca kavradı. Kahkahalarla divana tırmandı. Pencereden süzülüp giren daldan iki kan kirazı kopardı. Birini ağzına attı çiğnedi. Diğerini karıncayla paylaştı. Çiğnediğinin çekirdeğini pencerenin dışına, toprağa fırlattı. Toprak çekirdekleri sarıp sarmaladı. Yeşil filizler, çabucak boy verdi.

Divandan inip on adım sayarak sahanlığa gitti. Sahanlığın penceresine yaklaştı. Parmak uçlarında yükseldi. Anlamadığı bir sürü söz, başıboş gezinerek, rüzgârın yardımıyla kulağına taşındı.

‘Kâr amacı…’

‘İzinler iptal…’

‘Geç kaldınız…’

‘Raporları…’

‘Bilgisayarlar bakıma…’

‘İşten çıkarılmalar…’

Yanılsamacı, kendini ikiye bölmeye çalıştığı bir sırada, sesleri çocuğa açıklamaya çalışmıştı.

“Yanımızdaki gökdelenlerden gelir sesler”

“Göğüdelennn?”

“Büyük iş yerleridir.”

“Pişşşş?”

“Amma sorarsın Çocuk. Para kazanmak isterler.”

“Panaaaa?”

Yanılsamacı çaresiz kalmıştı.

“Korkmayasın” demişti en son.

Çocuk korkmuyordu, korkmak nedir bilmiyordu aslında. Anlamak istiyordu. Ne varsa anlamak, ne yoksa anlamak. Köşk’te olanlar, Köşk’ün bahçesinde olanlar tamamdı ya bahçenin bitimini geçtin mi belirsizdi.

Hapşırdı, parmak uçlarından indi. Madam’ın odasına kulak kabarttı. Barut gibi bir sesin konuşmasını duydu.

“Madam, öldürmek istemiyorum!”

Postalların ahşap döşemelerdeki ağırlığı… Esneyen ahşabın gıcırtısı… Açılan kilit… Sahanlığa ilerleyen adımlar… Geyikli kilimin uçuşan saçakları…

“Çok sağ olun.”

Madam’ın gözü kilimdeydi. Geyik desenleri usul usul değişti. Şimdi, kilimin orta yerinde bir askeri hastanenin hareketli görüntüsü vardı. Hemşireler koşuşturuyor, yataklarındakiler inliyordu. Barut gibi sesin sahibi, sakince süngülü tüfeğini omzundan indirdi. Sol ayağına nişan aldı. Tetiğe dokundu. Madam, sol el işaret parmağındaki bakır yüzüğü çevirdi. Bir anlığına tüm sesler tükendi. Çocuk dahil kimse bir şey duymadı. Barut kokulu sesin sahibi, kilime doğru düştü. Madam, bir köşede beliren askerin hemşirelerce fark edildiğini görünce bakır yüzüğüne dokundu. Geyik desenleri yeniden belirdi.

Hokus Pokus… Yanılsamacı oda kapısının önündeydi. İki eliyle kart destesini açtı. Kırık uçurtmaları andıran gülümsemesiyle kendine bakan Madam’a yöneldi. Madam, yüzüklü, boğumlu parmaklarıyla bir kart çekti. Karo Papaz…

Yanılsamacı bu defa Çocuk’a desteyi uzattı. Çocuk birbirine yapışmış iki kart çekti. Birini seçip diğerini rastgele desteye yerleştirdi. Maça Kızı… Çocuk, Yanılsamacı’nın tahminiyle, dizlerini kendine çekip, ellerini çenesine dayayıp sessiz sessiz ağlamaya koyuldu. Yanılsamacı, biraz da çekinerek Çocuk’u yırtık papyonunun az aşağısına, göğsüne bastırdı. O an, kızarmış hamurların, domateslerin, peynirlerin, zeytinlerin tasasız, taze kokusu Köşk’ü sardı.

Madam ortalıklarda değildi. Yanılsamacı da Çocuk da biliyordu; bahçeye çıkma vaktiydi.

Ahşabı incitmemeye özen gösterilerek sahanlık geçildi. Sonsuzluk merdivenlerinin on altıncı basamağında inilip kenara, tırabzanlara doğru kayılarak kapıya varıldı. Tahta kapı ağır ağır açılarak bahçeye çıkıldı. Çeşmede eller yıkanıp rüzgârsız masaya geçildi.

Masada kızarmış hamurlar, domatesler, peynirler, zeytinler… Bahçede şiir bilen kediler, incir, dut, erik ağaçları ve Köşk’ü kucaklayan kiraz ağacı.

Çocuk kâğıttan gemiler yapmaya vermişti kendini. İri, kara bir zeytini çiğniyordu. Yanılsamacı, dişlerinin arasına kaçmış hamur parçasını diliyle kurcalarken ilk numarasından, babasını kaybedip geri getirememesinden bahsediyordu. Madam, içinden yosun tutmuş, yerinden yurdundan edilmiş, kim bilir hangi vakitlere ait bir şarkıyı söylüyordu. Bir yandan da, capcanlı kartpostallara özgü bir yaşamı paylaştıklarını hissediyor, farkında olmadan, kartpostalın dağılacağı huzursuzluğuyla, yüzükleriyle oynuyordu. Onlarca hayat gördüğünden, o onlarca hayatın onlarca felaketle sonlandığına defalarca tanıklık ettiğinden, mutsuzluk içermeyen tek bir hikâyenin olamayacağına anlamıştı.

Ani bir rüzgâr esti. Masadakiler öylece kaldı. Çocuk, bir köpeğin yardım istercesine havladığını duydu. Köşk’ün, bahçenin dışında. Gökdelenlerin arasındaki bir inşaatın onuncu katındaydı köpek. Yarıdan fazlası aşağıya sarkmış, arka ayaklarıyla çırpınıyor, düşmemeye çalışıyordu. Çocuk, fırladı iskemlesinden. Kâğıttan gemiler toprağa düştü. Yanılsamacı bağırdı ardından.

“Nere gidersin?”

Çocuk, Yanılsamacı’yı duymamış gibi bahçenin öte ucuna ilerliyordu. Şimdi, inşaatın altında toplanan kalabalığın seslerini de duyabiliyordu.

‘Nasıl çıkmış oraya?’

‘Düşecek, zor duruyor baksanıza.’

‘Yardım etsin biri.’

‘İtfaiyeyi filan arayın.”

‘Kimse yok mu yukarda?’

Çocuk bahçeden çıkacakken Madam onu durdurdu. Bir adım daha atsalar, yalınayak, atletli bir çocukla, elleri rengârenk yüzüklü bir kadının, gökdelenlerin birinden çıktığı sanılabilirdi.

Madam eteğinin ucuyla Çocuk’un gözyaşlarını sildi. Kucağına aldı. Çocuk, Madam’ın kucağındayken ilk defa Köşk’te, bahçede olan bir şeyi anlamadığını fark etti. Köpeğe yardım edebilirlerdi ya yardıma gitmemişlerdi.

Çocuğun ahşap kalbi kırıldı.

Ah, bir çocuğun kalbi kırıldı mı başlar hikâyede felaketler. Başlamalıdır da, sevgili kimseler, yoklar, boşluklar. Ki kalbi kırık bir çocuğa rağmen değişmiyorsa anlatılanlar, sönsün güneş, dursun yağmurlar, kurusun toprak, kaybolsun dünya, lâl olsun tüm anlatıcılar.

O gece, Çocuk uykudayken Madam tüm gerginliğinin ahşaba sirayet ettiğinden bihaberdi. Herkesi koruduğuna inanıyordu ya Çocuk’un bakışlarındaki kırgın çiçekler fena dokunmuştu. Yanılsamacı, Madam’ın önceki yaşamlarına ait fotoğraflarının tozunu almadığını, likörlerinden içmediğini fark edince durumu anlamıştı. Doğruca onun odasına gitti. Sobada kestaneler çıtırdıyordu. Madam, pencerenin kenarındaki tekli koltuğuna oturmuş, battaniyesiyle dizlerini örtmüş, vitrinlerin üzerinde asılı duran uduna dalmış, ‘Henüz zamanı gelmedi’ diye içinden geçiriyordu.

Yanılsamacı sobadaki kestaneleri soyup Madam’a ikram etti. Ona, zamanı geri alabileceğinden bahsetti. İşte o an, Madam ilk ve son defa, neredeyse onarılmış bir uçurtmayı andıran gülümsemesiyle Yanılsamacı’ya baktı.

Sofaya, geyikli kilimin biraz ötesine, sobanın külleriyle geniş bir yuvarlak çizdiler. Yanılsamacı yuvarlağın içine uzandı. Kollarını akrep, yelkovan şeklinde, kısalı uzunlu, yanlara açtı. Saat yönünün tersine doğru hareket etmeye başladı. Hokus Pokus… Abrakadabra… Gücü yettiğince dönüşünü tekrarladı. Kan ter içinde kalmıştı ya başarmıştı da. Yazık ki Madam, Yanılsamacı’nın başarısının farkına varamayacaktı. Çünkü Yanılsamacı sadece kendi geçmişine, Köşk’e gelişinden önceki günlerine varan zamana gidebilmişti. Yalnız bir yolculuk yapmıştı. Şimdi, küllerin ortasında, büyümüş gözlerle ahşap tavandaki pencereyi, pencereden içeri dolan yıldızlı gökyüzünü izliyordu.

Madam, bir aksilik olduğunu hissedip sol el serçe parmağındaki bakır yüzüğü çevirdi. Yanılsamacı, üzerine serpilen yıldız tozlarıyla uyuyakaldı.

Çocuk yatağında dönüp duruyordu. Kiraz ağacının tepesinde inleyen köpeği görüyordu. Ona doğru koşmaya çalışırken altındaki yer çekildi. Madam’ın bakır yüzüklerinden birinin içine düştü. Yanılsamacı karşısındaydı. Tavşan gibi zıplıyor Abrakadabra diye bağırıyordu. Pof edip aniden ortadan kayboldu. İçinde bulunduğu yüzük rüzgârsız masaya dönüştü. Masa, bir fırtınanın ortasında neredeyse uçacaktı. Kızarmış hamurların, domateslerin, peynirlerin, zeytinlerin üzerinde karasinekler uçuşuyordu. Sinekler, masadakilerle işlerini bitirince Köşk’e yöneldiler. Ahşap kırılırcasına esniyor, Köşk genişliyor, daralıyor, ufalıyor, büyüyor, bazen de Madam’ın suretine bürünüyordu. Duvarlardan çatırtılar gelirken, kiraz ağacının zayıflamış, çürümüş dalları ortalıktan elini eteğini çekti. Ağaç ölmek üzereydi.

Çocuk ağlayarak uyandı. Bir daha asla uyumak istemiyordu. Yanılsamacı aceleyle odaya girdi. Çocuk’u alıp, siyah silindir şapkasına yerleştirdi.

Madam o sırada Çocuk’un kâbuslarından habersiz yeni misafirini dinliyordu.

“Ölüm korkusu sardı etrafı. Tek tek kıyıyorlar bize. Öldürülenler değil de öldürenlermişiz gibi vahşi olduğumuzu söylerler. Dansı, müziği unuttuk. Ne yapmalı bilmem.”

Madam, karşısındaki, göğsünden kar beyazı kıllar çıkan, esmer adama kestanelerden ikram etti. Adam, mahcup, göçebe gülümseyişiyle kestaneleri soyup bir güzel yedi. Madam’a anlattıkça rahatlamış, rahatladıkça ufku genişlemişti. İyi ki, diye geçiyordu aklından. İyi ki obanın büyücü kadınları bana onu öğütlemişler…

Madam boş kestane tabağını aldı. Adam sol yanağındaki iri beni kaşırken bahçenin, Köşk’ün eşsiz müziğini duyuyordu ya, müziği bozan karanlık bir ritmin giderek yaklaştığını da anlıyordu. İçeri buyur edilmeyi bekleyen bir felaket artık kapıdaydı.

Madam da aynı korkuyu paylaşıyor, belli etmek istemiyordu.

“Kalmalı, kalıp sürdürmeli şenlikleri… Gitmek istemedikten sonra…”

Madam başıyla onayladı. Misafirine geyikli kilime kadar eşlik etti. Kilimdeki geyik desenleri yerini çergelerin kurulu olduğu bir alana bıraktı. Adam, az dişli ağzıyla gülümseyerek Madam’a veda etti.

Yanılsamacı, Çocuk’u şapkasından çıkardığında, Çocuk, gözleri açık, rüyasız bir uykuya dalmıştı. Yanılsamacı onu yeşil örtülü divana yatırdı. Odadan ayrılıp Madam’ın kapısına üç defa vurdu. Madam, pencereden dışarıyı, tehditkârca yükselmiş gökdelenleri izlerken Çocuk’un hikâyenin kalanı boyunca uyuyacağını anladı. Dizlerini örttüğü battaniyeyi usulca kenara çekti. Duvarda asılı duran udu indirip, vitrindeki siyah beyaz fotoğraflara bakarak çalmaya başladı. Son Taksim…

Madam biliyordu, Çocuk’u olacaklardan sorumlu tutamazdı. Kalbi kırık insanları suçlamak da âdeti değildi zaten. Keşke tüm kalbi kırıklar birleşse, yeni şehirler kursa diye içinden geçirdi. Sonra da içinden geçenleri uzaklaştırdı. Kalbi kırıkların çoğunun başkalarının kalbini kırmaya meylettiğini defalarca görmüştü.

Mızrap son tellere dokunurken Yanılsamacı içeri girdi. Bir şişe rakıyla iki kadeh getirmişti. İskambil destesi iç cebindeydi ve boş kartların çoğu kendi el yazısıyla doluydu.

Ah, yaklaştık işte sona. Nerede biter bir hikâye sevgili kimseler, yoklar, boşluklar? Son cümlesinde mi, son kelimesinde mi? Anlattıkça nihayete ermez belki. Belki son noktayı koyduğumuz an yeniden başlar, bizim dışımızda, bizden ötede. Varsın olsun, yeniden yeniden anlatılsın. Yaşasın, nefes alsın. Öyle ya, söze dökülmedi mi, işte o fena.

Her şey aniden oldu.

Her şey üst üste geldi.

Felaketler böyledir işte.

Zincirlerinden kurtuldu mu durmazlar.

Her şey aniden oldu ya bir sırası vardır elbet.

Çeşmenin kuruduğu, bahçedeki ağaçların birbirlerine sığındığı, kan kirazlarının çürüdüğü, karasineklerin Köşk’ü bastığı, tek bir misafirin uğramadığı, Koruma Büyüsü’nün etkisinin kaybolduğu günden haftalar sonraydı.

Çocuk rüyasız uykusundaydı.

Yanılsamacı, pencere kenarına kurulmuş, desteyle işini bitirmeye uğraşıyordu.

Madam sessizce bekliyordu.

Canavarlar… Takım elbiseli bekçiler, düzen dayatıcıları planlarını uygulamayı bekliyorlardı.

Yıkım emri verildi.

İri dişli canavarlar ağır ağır bahçeye girerken Madam, billûr şişelerinin hepsini bitirdi.

Önce çeşme gitti,

Sonra ağaçların çoğu,

Canavarların kükreyen ağızları önlerine ne çıkarsa çiğneyip yutuyor, posalarını tükürüyorlardı.

Çocuk uyanmadı.

Yanılsamacı yazmayı bırakmadı.

Madam, hiç kimseye zarar vermek istemediğinden yüzüklerini kullanmadı.

Sıra Köşk’ün yıkılmasına geldiğinde, düzen dayatıcılarından biri kapıya gitti. Sümbülden tokmağı tutup kapıyı çalmayı denedi. Yapraklar dağıldı. Düzen dayatıcısı baktı olacak gibi değil kapıyı itti. Eşiği geçti.

Epey bir beklenildi. Düzen dayatıcısı dışarı çıkmayınca, kalanlar aralarında fısıldaştılar. Yıkıma devam, emri verildi. Aralarından bazıları içerideki, demeye yeltenseler de kısık sesleri canavarların gürültüleri arasında ezildi.

Kükreyen açık bir ağız Köşk’e yaklaştı, sivri dişlerini ahşap duvarlara geçirdi. Bir ah sesi rüzgâra karıştı ya duvarlar bana mısın demedi. Canavar yeniden dişlerini geçirdi. Ahşapta tek bir yara açılmıyordu.

Madam deniz deniz gözlerini kırptı.

Yanılsamacı kaleminin ucunu açtı.

Çocuk, uykusunda nedensiz sırıttı.

Geceye dek saldırılar sürdü. Bir süre geri çekilmek istediler ya boş dönmek niyetinde değildiler. Bahçedeki son ağaca, kiraz ağacına gözlerini diktiler. Canavar, hiddetle ilerleyip dişlerini ağacın köküne geçirdi. Kopan kökten kan fışkırıyor, canavar ve ona tapanlar kızıla boyanıyordu. Ağaca gelen her darbede Köşk temelinden sarsılıyordu.

Ahşap daha fazla dayanamazdı. Vitrinler, billûr şişeler, fotoğraflar, ne varsa devriliyordu. Zaman devriliyordu. Mekân devriliyordu. Yanılsamacı yazmayı bıraktı. Senelerdir kullanmadığı asasını bulup çabucak Çocuk’un yanına koştu. Asanın ucuyla yeşil örtülü divana dokundu. Kuş kadar hafifleyen divanı alıp sahanlığa çıkardı. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Zemin, duvarlar, tavan çatlıyor her şey kırılıyordu. Son bir gayret, iskambil destesini divanla örtü arasına gizleyip divanı geyikli kilime doğru itti. Divan, divandaki Çocuk, geyik desenlerinin yerinde beliren kıpırtısız bir denize doğru indi.

Yanılsamacı, Madam’ın odasına giderken kilimin çöken zeminle birlikte hiçliğe karıştığını gördü. Bir iki defa sendelese de kapıya ulaştı. İçeri girdi. Madam koltuğundaydı. Yıkımların ortasında sakince bekliyordu. Telleri kopmuş udu yanı başındaydı. Yanılsamacı ona yaklaşana dek Madam’ın saçlarının aklaştığını, iyice ufaldığını, masum bir bebeğe dönüştüğünü, bir saniye geçmeden boyunun uzadığını, çocuklaştığını, giderek yeniden gençleştiğini gördü. Belki de bu sonsuza dek sürecekti.

Köşk bir kâğıt ev gibi çökerken Yanılsamacı, Madam’ı da alıp şapkasına sığındı.

Ah, sevgili kimseler, yoklar, boşluklar. Çocuk bir daha ne Madam’ı ne de Yanılsamacı’yı gördü ya görmese de onları yaşattı. Söze döktü bir deste iskambilden öğrendiklerini, hayal meyal hatırladıklarını. Söze döktükçe silindi. Geriye hikâyesi bir de şu yeşil divan kaldı işte.

Ne yazsam

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s