Metin Çalışkan: Un Homme Qui Dort (Uyuyan Adam)

un homme qui dort

“Modern yaşamın ağırlığını kaldıramayan, “tutunamayan” bireyler üzerine bir film. artık hiçbir şey hissetmeyen isimsiz baş karakterin hikayesi, diyalog olmayan, sadece bir dış sesin konuştuğu film boyunca anlatılıyor.”

Öncelikle filmin allak bullak eden bir havası olduğunu, zor seyirlik şeklinde tanımlanabileceğini, izlerken resmen bunaldığımı belirtmeliyim. Georges Perec’in aynı isimli kitabından uyarlanan film tüm bunaltıcı havasına rağmen tartışmaya açtığı konularla, üzerinize gelen ve sizi darmaduman etmesi muhtemel yığınla cümlelerle, siyah beyaz estetiğin gücüyle çarpıcı bir anlatı.

Film diyalogsuz yapısından ziyade fazlaca konuşkan bir anlatıcının kullanılmasıyla garipsenebilir. Karakterimizin zihnindeki derya denize anlatıcı sayesinde girmek, anlatıcının söylemleri onun kim olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor. Bir filozof mu? Pekala mümkün. Aforizmavari söylemlerinin çoğunu neticede varoluş problemine gelip dayanacak çeşitli felsefi sorularla bağdaştırabiliriz. Tabii anlatıcının sembolik açıdan Tanrı’yı çağrıştırması da mümkün. Bu çağrışımda ufak tefek ironiler de bulabiliriz. Örneğin anlatıcının kadın olması veya Tanrı’nın kendi varoluşssal problemlerinden epey rahatsız durması, bu rahatsızlığın da yarattığı insana doğrudan sirayet etmesi. Anlatıcı kimliği bizi ne tarafa yönlendirirse yönlendirsin, onu karakterle aramızdaki bir duvardan ziyade karakterin psikolojik örtüsünü kaldırmakta bir yardımcı unsur şeklinde görmek belki de daha makbul.

Un Homme Qui Dort “Uyuyan Adam” ismiyle çevrilmiş. Çeviriye rağmen isimsiz adamımızın uyuduğuna tanıklık etmiyoruz. Uykusuzluk halinden iki farklı sonuca ulaşabiliyorum. Karakter bazen uyuyor ve izlediklerimiz uyku ile uyanıklık arası bulanık görüntüler. Ya da karakter aslında uyanık zamanlarında uyuyor. Topluma, insanlığa bir atıf. Georges Perec edebiyatındaki ironik, eleştirel izleri düşündüğümüz de ikinci hal birincisine nazaran imkan dahilinde.

Uyuyan Adam’ın ana karakterini ufaktan Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ına benzetebiliriz. İki karakter de topluma karşı bir başkaldırı niteliğinde. Eylemsizlik, umursamazlık, boşvermişlik tercihleri başkaldırılarının özü. Yapılan her eylem birbirine benziyorsa, artık sizi siz olmaktan çıkarıyorsa eylemde bulunmanın önemi var mı?

Filmden birkaç replikle bir parantez açalım. (

“Bekleyecek bir şeyin kalmayana dek beklemek istiyorsun.”

Pasif olmak bir nevi.

“Beklemeye ve unutmaya devam etmek istiyorsun.”

Bir çözülme. Ancak çözülme ile (film açısından) hareketsiz, bunalımsız bir yaşam beraberinde geliyor.

Parantezi kapayalım. )

Filmin açılış sahnesini çok beğendim. Koşut kurgu sayılabilecek açılış sahnesi karakterimizin yalnızlığını, toplumun kalabalıklığıyla birlikte sunuyor. Filmin en önemli manevrası, ses kullanımı. Sahne geçişleri, anlatım dili en çok sese bağlı. Tabii biçimsel açıdan karşıtlıkların kullanıldığı replikler, görseller mevcut, böylece anlatım derinlik kazanırken çarpıcılaşıyor.

(Şu eylemsizlik meselesine dönelim. Eylemsizlik, yaşama karşı verilen güçlü tepkilerdendir. Hem yaşıyorsunuz hem de yaşamın dayatmalarına karşı çıkıyorsunuz. Fiziksel, psikolojik, sosyal açıdan tamamen soyutlanma hali. Paul Auster’ın Ay Sarayı çalışmasında da benzer bir durum mevcuttu. Okumayanlara tavsiyedir.)

(“Dünyaya kayıtsız kalmak ne cahillik ne de insafsızlıktır.” (eylemsizliğin tam tanımı sanırım) )

Filmin pek çok unsuruyla uzlaştım. Fakat sonunda, finalinde tüm insanlığı aşağılık görmesini kabullenmedim. Tamam toplumsallaşmayı canavar olarak nitelemesine katılabilirim. Fakat tüm insan soyuna yaklaşımı uç noktaydı.

“Giydiklerin, yediklerin, okudukların senin adına konuşamaz.”

21. yüzyıl için geçerli olmayan replikle yazımı bitiriyorum. Dışarı çıkın, insanların susup bir sürü şeyin onlar hakkında atıp tuttuğunu görün…

Ne yazsam