Bir akşamüstü yolda yürüyorum. Seni görüyorum siyah kedi. Oryantalist ezgiler çalınıyor kulağıma senden. Bu, benim zihnime küçüklüğümde yapılan mahalle arası düğünlerini getiriyor nedense. Yolların kapatıldığı, mahallenin en geniş alanına naylon beyaz sandalyelerin dizilerek, yukarılara sarı ampüllerin asıldığı ve en yaşlı kadınların-adamların saatler evvelinden gelerek en öne kurulduğu o ufacık mahalle düğünlerini. Sonra, yıllar yıllar sonra, ben bu şehirden büyük başka bir şehre gittiğimde, doğduğum bu mahalleye her gelişimde çocukluk anılarımı bulur oldum her sokak arasında. Bu, yaşlanıyor olduğum anlamına mı geliyor? O büyük alanlar zamanla park olmuştu, biz, en yakın arkadaşımla kimselerin uğramadığı parka gelip salıncakta sallanırken geleceğimize dair kim bilir neler kurardık, sonra, herkes gibi, o en yakın arkadaş da yok oldu. Sonra, o parkı da yok ettiler, belediye upuzun bir yola kattı o boş alanı da. Sonra, ne o mahalle düğünleri kaldı geride, ne o otları yolunmayan kimsesiz park, ne çocukluk arkadaşları. Zaman geçtikçe, o sokaklarda yürürken işte seni gördüm siyah kedi. Kedi adımlarınla uzaktan bana doğru yürüyor, ben her kediye olduğu gibi sana da ‘Pisi pisi’ selamı veriyorum. Sen, her kedi gibi oralı olmuyorsun. Seni bir kenara çekip olan biten her şeyi anlatmak istiyorum siyah kedi. Bak kardeş, derdim sana pervasızca, yemin ederim senin yerinde olmak isterdim. Sonra, zihnim ilkokulda okuldan çıktığımızda siyah kedileri görüp saçımızı tutarak adımlarımızı hızlandırdığımız sahneleri getirirdi gözümün önüne. Sonra, yine önüm sıra beni iplemeyen sana -siyah kediye, senin yerinde olmak isterdim, ister inan ister inanma, sen bu sokaktan kaç kez geçtin bilemem ama, ben yıllarca geçtim bu sokaktan, derdim. Okula giderken, okuldan gelirken servisime bindim, servisimden indim burada, daha daha küçükken ilk aşkımı gördüğüm bu sokakta her gün onun yeniden bisikletiyle buradan geçmesini bekledim. Şu köşedeki duvar var ya, orada, o bahsettiğim eski en yakın arkadaşımla hep dikilir, kim bilir hangi meselelerden konuşurduk. Sonra, şu ileride, çöp konteynırlarının bulunduğu yerde yer alan elektrik trafosunun önünde oturur gelen geçen hakkında konuşurduk. Senin böyle dertlerin mi vardı siyah kedi, derdim sana. Ne derdin olacak, senin yerinde olmayı kim istemez ki? Sen, o kehribar rengi gözlerinle anlamsız anlamsız bana bakıp –aslında biliyorum ürkerek- yanımdan geçerken ben bunları düşünüyorum ama bunlar da senin umurunda olmaz. Sonra, bu düşüncelerimi bir öyküde, senin adının geçtiği, kahramanı sen olan bir öyküde yaşatacağımı da asla bilemeyeceksin. Biliyorum, sen şimdi kim bilir hangi çöp tenekesinin dibinde uyuyorsun. Sabahları bahçemize gelip çipil çipil bana bakan siyah kedi sen misin yoksa? Memelerini görüyorum, demek ki yavruların var. Demek ki, diyorum yine içimden, seni bile bu dünyaya bağlayan bir şeyler var. Ya ben? Ne kaldı geriye? Ne o mahalle düğünleri yapılan boş alan, ne o park, ne çocukluğumda aşık olduğum kişiler, ne çocukluk arkadaşlarım… En önemlisi de o yıllardaki masumiyet. Sen bile bu dünyaya benden daha bağımlısın biliyorum. ‘Bile’ dediğim için beni bağışla siyah kedi, ben ‘bile’ bu dünyaya var olmuşsam, sen ‘bile’ demenin ne anlamı var, değil mi?